Dr. Louis Fishman ile Röportaj: Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü ve Bugünü

Date:

Dr. Louis Fishman ile Röportaj:
Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü ve Bugünü

Türkiye’nin İsrail-Filistin Çatışmasındaki Konumu Röportaj Serisi – II

Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (Research Turkey) olarak, Brooklyn College’da (CUNY) Tarih alanında yardımcı doçent olarak görev alan Louis Fishman ile İsrail-Filistin sorununda Türkiye’nin yeri ve İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği son saldırıların ardından İsrail-Türkiye ilişkileri üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Amerikan-İsrailli olan Dr. Louis Fishman Osmanlı dönemindeki Filistin tarihi üzerine uzmanlaşmıştır. Lisans derecesini Orta Doğu Çalışmaları alanında Haifa Üniversitesi’nden alan Louis Fishman, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını ise Chicago Üniversitesi’nde tamamladı. Sıklıkla Türkiye’yi de ziyaret eden Fishman, 1998–2001 yılları arasında Bilkent Üniversitesi’nde Filistin ve İsrail tarihi üzerine dersler vermiştir. Bilkent dışında ayrıca, Okan, Sabancı ve Bahçeşehir Üniversitelerinde de dersler vermiştir.

Röportajın Özeti

“İsrail 1990’lı yıllarda Türkiye ile olan ilişkilerini sadece Türk devleti ve Türk ordusu ile kurarak, yani bu ilişkileri toplumsal düzeye indirgemeyerek büyük bir hata yapmıştır.”

“Türkiye’deki İsrail karşıtlığının özgünlüğü ülkedeki değişik toplumsal yapıları farklı nedenler altında birleştiren bir rol üstlenmesinden kaynaklanır.”

“Geçtiğimiz yıl içerisinde Türkiye’de nefret söylemi tehlikeli boyutlarda arttı. Bu nefret söylemi harekete dönüşebileceğinden dolayı bir tehlike arz etmektedir. Özellikle Yahudi cemaatine karşı nefret söylemi öyle boyutlara ulaştı ki, bu cemaatinbazı mensupları kişisel güvenliklerinden endişe duymaya başladılar.”

“Türkiye Yahudilerinin İsrail Devleti’ni kınaması gerektiği fikri gerçekten problemli bir yaklaşımın örneğidir. Çünkü bu istek, vatandaşlığın çifte standartlığını ortaya koymaktadır. Toplum içerisinde belli gruplara özel sorumluluklar yüklenip bu tarz bir beklenti içerisine girilmemelidir. Yahudileri, İsrail Devleti’nin politikalarını reddetmeye çağırmak bir çifte standarttır.”

“Eskiden İsrail solu olarak gördüğümüz hareket bugün tamamen ortadan kaybolmuş durumda. Gerçek anlamda solcu ya da işgal karşıtı her hangi bir politik hareket bugün İsrail’de bulunmamaktadır.”

“İsrail lider ortaya çıkarmakta oldukça zorlanmaktadır. Bu derecede bölünmüş bir toplumda güçlü bir lider ortaya çıkmıyor.”

“İsrail’de herkes savunma uzmanıymışçasına yorum yapmaya başladı. Herkesin aklında İsrail’in nasıl korunacağına, Hamas’ın nasıl mağlup edileceğine dair bir fikir var. Bu noktada benim bir sorum var ve bu sorunun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum; Peki İsrail’deki barış uzmanları kim?”

“İşin özü, Türkiye ve İsrail ilişkilerinin kökten kopması bölgedeki hiçbir ülkenin yararına olmayacaktır. Böyle bir durum, ne İsraillilerin, ne Türklerin, dahası ne de Filistinlilerin işine yarar.”

Röportajın Tam Metni

Sayın Fishman, öncelikle, Analiz Türkiye olarak bu röportaja vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Röportajımıza Türkiye-İsrail ilişkilerinde yaşanan değişime dair düşüncelerinizi sorarak başlamak isterim. Türkiye ve İsrail’in geleneksel iyi ilişkileri, önce 2009 yılında Davos’ta, Dünya Ekonomik Forumu’nda, ardından da 2010 yılında Mavi Marmara olayı sonrasında oldukça gerildi. Sizce bu olaylar Türkiye-İsrail ilişkileri açısından dönüm notası olarak değerlendirilebilir mi yoksa sizce buna benzer sorunlar geçmişte yaşanmış fakat pek de göz önüne getirilmeden çözümlenmiş olabilir mi?

Evet, bence tüm bu olaylar ilişkilerde dönüm noktası oldular. Öte yandan İsrail ve Türkiye’nin iyi ilişkilerini geleneksel olarak değerlendirme konusunda ise biraz daha dikkatli olmalıyız. İkili ilişkiler, 1990’lı yıllarda, her iki devlet de istediği ve iyi ilişkilere her iki devletin de ihtiyacı olduğu için gelişmişti. Bu önemli bir husustur. Fakat unutmamalıyız ki, Türkiye-İsrail ilişkileri her zaman İsrail-Filistin barış süreci ile bağlantılı durumdaydı. Bu da şu demek olur; eğer İsrail Filistinlilerle barış sürecinde ilerleme sağlarsa, Türkiye ile olan ilişkileri de gelişme eğiliminde olacaktır. Örneğin, 1993’te Oslo Şartları sağlanmamış olsaydı, 1997’de yaşanan post-modern darbenin ardından, bu iki devletin ilişkilerinde görmüş olduğumuz ilerleme kaydedilemezdi. Öte yandan, Türkiye hiçbir zaman İsrail’den Filistin ile barışı sağlamasını talep etmemiştir. Bu durum, 2002 sonrasında AKP ile de aynı şekilde devam etti. Demek istediğim, Türkiye İsrail’in barışı sağlamaya gayret etmesini istemekte, fakat Erdoğan hiçbir zaman “bizimle iyi ilişkilerinizin olmasını istiyorsanız önce Filistin ile iyi ilişkiler kurun” dememiştir. Söylemlerinde, genellikle, İsrail’in barışa yönelik adımlar atmasını istemektedir.

Tam olarak niçin bu ilişkilerin geleneksel olmadığını düşünüyorsunuz?

İlişkiler her iki taraf için de oldukça önemliydi fakat bu ilişkiler toplumsal düzeyde sürdürülememekte, Türk toplumundan bağımsız olarak gelişmekteydi. İsrail Devleti’nin kuruluşundan bu yana iki ülkenin ilişkileri medcezir gibi gelgitlere sahne olmaktadır. Örneğin, Türkiye’deki 1980 darbesi sonrasında ilişkiler epey bozuldu. Bugün, AKP destekçilerine soracak olursak eğer, ilişkilerin o dönemde mükemmel olduğunu söyleyeceklerdir, fakat bu varsayım doğru değildir. Bu nedenle Türk-İsrail ilişkileri tarihini analiz ederken dikkatli olmalıyız. Bu konuda benim gördüğüm önemli bir sorun, İsrail’in Türkiye ile ilişkilerinin geleceğini Türkiye’de çok kısıtlı bir zümreye bağlaması olmuştur. Kurulan ilişkiler Türk devleti ve daha doğrusu Türk ordusu ile İsrail arasındaydı. Bana soracak olursanız, İsrail’in, 1997 post-modern darbe ile Türkiye’nin bir kırılma noktasına gelmiş olduğunu fark etmesi gerekirdi. “Ordu ile güçlü ilişkilerimiz var, fakat Türkiye değişime uğrayabilir” diye düşünmeleri gerekirdi. Fakat Türkiye’de yaklaşmakta olan değişimi fark edemediler. Bu nedenle, Türkiye ve İsrail’in iyi ilişkileri toplumsal bir dayanaktan yoksun kaldı. Bu durum, 1999 depremine kadar bu şekilde devam etti. Fakat 1999 depremiyle Türk halkı ilk kez “İsrailliler de insanmış” diyebildi. Ve ilk kez ilişkiler, iki güç arasındaki ilişkinin ötesine taşınmış oldu. Deprem, ilişkilerin insancıl yönünün ortaya çıkmasına ön ayak olmuş oldu.

Türkiye’deki İsrail karşıtlığının özgünlüğü ülkedeki değişik toplumsal yapıları farklı nedenler altında birleştiren bir rol üstlenmesinden kaynaklanır. Bu durum, Türk solu hareketinin aşırı derecede İsrail karşıtlığı sergilediği 1970’lere kadar uzanmaktadır. Türk sol hareketleri o dönemde onlara göre “dünya siyasetinin nasıl işlediğini gösteren” Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile yakın ilişkiler içerisindeydi. Dünyanın her tarafından, sömürgecilik karşıtı hareketler, Avrupa’da ve tarafsız (Bağlantısız Ülkeler) ülkelerdeki sol hareketler ve Türkiye solu, Filistin halkına karşı bir yakınlık duyuyordu. Diğer bir yandan ise, yine 1970’lerde, Necmettin Erbakan önderliğinde, Türk İslamcıları benzer şekilde İsrail karşıtı, hatta zaman zaman anti-semitik, bir dil kullanmaktaydı. Bu nedenle, İsrail, Türk toplumu için birleştirici bir unsur görevi görmekteydi. Buna rağmen, bütün Türk toplumunun İsrail karşıtı olduğunu iddia etmek de hatalı bir varsayım olur.

“İsrail 1990’lı yıllarda Türkiye ile olan ilişkilerini sadece Türk devleti ve Türk ordusu ile kurarak, yani bu ilişkileri toplumsal düzeye indirgemeyerek büyük bir hata yapmıştır.”

AKP muhalefet tarafından sıklıkla İsrail ile olan ilişkilerde çift taraflı oynamakla suçlanmakta. AKP’nin, İsrail ile olan ticari ve askeri ilişkileri devam ettirmesine karşın, Gazze krizini seçim kozu olarak kullandığı iddiası sıklıkla dile getirildi. Bu çelişkiyi düşündüğümüzde, sizce Türkiye-İsrail ilişkilerini ikiyüzlü olarak nitelemek mümkün müdür?

Evet, kesinlikle. Bir İsrail radyosunda katıldığım bir programda da bana Erdoğan’ın bu durumu seçimlerde koz amaçlı kullanıp kullanmadığı sorulmuştu. Cevabım ise: Evet kesinlikle kullanıyor oldu. Fakat unutmamamız gereken Erdoğan’ın elini atabildiği her şeyi seçimde koz olarak kullandığıdır. Bu durum ise, Erdoğan’a has değildir, onun durumunda olan her başbakan, az önce belirttiğim gibi İsrail’in farklı kesimlerin birleştirici unsuru olmasından dolayı, bu durumu seçimlerde kullanmaya çalışırdı. Filistinlilerin maruz kaldığı haksızlığın boyutu o kadar büyüktü ki Erdoğan bir yerde bunu kullanmak zorundaydı. Fakat aynı zamanda Erdoğan’ın İsrail’i Hitler ile kıyaslayarak haddini aştığını düşünüyorum.

Akit ve Takvim gibi gazeteler 3–4 yıl öncesinde antisemitik haberler yaptığında, bunların uç gruplar olduğunu ve hükümeti temsil etmediğini düşünerek, haberleri görmezden gelebiliyorduk. Hatırlarsanız bahsettiğim dönem Zaman’ın hükümet yanlısı olduğu ve bu radikal görüşleri bir anlamda dengelediği zamanlardır. Fakat Gezi protestoları ve yolsuzluk skandalı sonrasında, bu iki gazete hükümete daha yakın bir konuma geldiler. O dönemden bu yana onlar da artık ‘havuz medyası’nın bünyesinde yer almaktalar. Ayrıca sızmış olan telefon kayıtlarından biliyoruz ki, eğer Erdoğan isteseydi, bu medya kuruluşlarının her hangi birini arayıp “antisemitizmi durdurun” diyebilirdi. Fakat yapmadı. Bu nedenle, Haaretz’de yakın zamanda yayınlanan yazımda bu durumu “devlet destekli antisemitizm” olarak yorumladım. Söylemek istediğim, Türk devletinin antisemitizme sadece gözlerini kapamakla kalmadığı, ayrıca antisemitizmin yayılmasında aktif bir rol oynadığıdır. Bu durum da oldukça kaygı vericidir.

O halde, muhalefetin Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir çifte standart olduğu konusundaki yorumuna katılıyor musunuz?

Bence, Yeni Akit’in antisemitizm yüklü haberlerinin ve IHH başkanı Bülent Yıldırım’ın Türkiye Yahudilerine karşı tehditkâr açıklamalarının ardından, Erdoğan’ın söylemleri de oldukça sertleşti. Bu durumda ise, muhalefet; “İsrail’den silah alıyorsunuz, güçlü ilişkileri sürdürmeye devam ediyorsunuz ve hatta İsrail’de gizli yatırımlarınız bile olabilir. O halde ikiyüzlüsünüz” demekte haklıdır. Bu yönden baktığımızda bu yoruma katılıyorum. Fakat öte yandan, bu çifte standardı bu kadar ön planda tutarak, muhalefet, zaten hâlihazırda oldukça kısıtlı olan Türkiye-İsrail ilişkilerine de zarar verebilir.

Türkiye Yahudilerinin İsrail’in Gazze operasyonu sonrası sergiledikleri tutum konusunda ne düşünüyorsunuz? Yaşananlar Türkiye Yahudilerine nasıl hissettiriyordur?

Bence, Türkiye Yahudileri, Gezi protestoları ve yolsuzluk skandalının ardından AKP’nin dilindeki nefret söylemini arttırdığının farkındalar. Fakat bu söylemin hedefi konumunda Yahudiler yalnız değiller. Örneğin, Gülen hareketine hitaben, Erdoğan; “kirli suyu temizlemek için onu ya kaynatacağız ya da buharlaştıracağız” demişti. Bir rakibi hakkında hangi lider bu kadar hiddetli bir dil kullanabilir? Ağustos ayında, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesinde, Erdoğan, birçok “çirkin ithamla” karşı karşıya kaldığını, “affedersiniz” kendisine “Ermeni” dendiğini ifade etmişti. Bu söylem, Ermeniler için de oldukça incitici olmalı. Bu gibi örnekler dolayısıyla, Türkiye’deki Yahudiler kendilerini yalnız hissetmemektedir. Diğer bir deyişle, geçtiğimiz yıl içerisinde Türkiye’de nefret söylemi tehlikeli boyutlarda arttı. Bu nefret söylemi harekete dönüşebileceğinden dolayı bir tehlike arz etmektedir. Özellikle Yahudi cemaatine karşı nefret söylemi öyle boyutlara ulaştı ki, bu cemaatin bazı mensupları kişisel güvenliklerinden endişe duymaya başladılar. Peki, bu durum yeni bir Yahudi göçüne sebep olabilir mi? Bence, ana sebep olmasa da diğer sebeplerle beraber bu sonuca ön ayak olabilir. Türkiye’deki Yahudilerin büyük bir kısmı orta-sınıftır ve bence, Türkiye’deki orta-sınıfın içerisinde bulunduğu genel kriz ortamından dolayı ülkeyi terk eden Müslüman nüfustan pek farklı konumda değillerdir. Bu insanlar yurtdışına gidip eğitimlerini tamamladıktan sonra kendilerine; “Niçin geri döneyim? New York’ta, Paris’te gayet iyi bir işim var” diye soruyorlar. Buna ek olarak, Türkiye’deki antisemitizm, bu nüfusun ülkeden ayrılma aciliyetine katkıda bulunuyor. Aslında antisemitizm Türkiye’de her zaman mevcuttu. Fakat bugün, sosyal medya sebebiyle Türkiye Yahudileri bu antisemitist duygulara daha açık durumdalar. Eğer kendinizi bir Türkiyeli Yahudi’nin yerine koyarsanız, Erdoğan İsrail’i Hitler ile kıyasladığında ya da “İsrail akıttığı kanda boğulacaktır” dediğinde, ne kadar rahatsız hissetmiş olacağını anlayabilirsiniz. Bu durumun kesinlikle Siyonizm ile bir ilgisi yoktur, aksine, Hitler’in gerçekleştirdiklerinin bütün Yahudileri hedef almasıyla ve Türkiye’deki birçok Yahudi’nin İsrail’de akrabalarının bulunmasıyla ilgisi vardır. Unutulmamalıdır ki, bölgede daha İsrail Devleti kurulmamışken, 1934 Trakya Olayları ya da 1942’deki varlık vergisi sebebiyle göç etmiş olan bir Türkiye Yahudileri topluluğu vardır. Bunlardan sonra önce 1955’teki olaylar sebebiyle ve sonra 1970’teki olaylar sebebiyle İsrail’e Türkiye’den göç gerçekleşmiştir. Bunlardan ayrı olarak, son on yılda göç etmiş olan daha genç bir Türk-Yahudi topluluğu da mevcut. Bu son göç dalgası artık bazı Türk-Yahudi gençlerin Türkiye’de kendilerine uygun ortam bulamadığını göstermektedir. Bu nüfus kendilerine; “Çocuklarımızın bu nefret söylemi ile mücadele etmesi gerçekten gerekli mi?” diye sormuştur. Son olarak, Türkiye Yahudilerinin İsrail Devleti’ni kınaması gerektiği fikri gerçekten problemli bir yaklaşımın örneğidir. Çünkü bu istek, vatandaşlığın çifte standartlığını ortaya koymaktadır. Toplum içerisinde belli gruplara özel sorumluluklar yüklenip bu tarz bir beklenti içerisine girilmemelidir. Yahudileri, İsrail Devleti’nin politikalarını reddetmeye çağırmak bir çifte standarttır.

“Geçtiğimiz yıl içerisinde Türkiye’de nefret söylemi tehlikeli boyutlarda arttı. Bu nefret söylemi harekete dönüşebileceğinden dolayı bir tehlike arz etmektedir. Özellikle Yahudi cemaatine karşı nefret söylemi öyle boyutlara ulaştı ki, bu cemaatinbazı mensupları kişisel güvenliklerinden endişe duymaya başladılar.”

Siz de, Twitter üzerinden, bir Türk profesör tarafından antisemitik yorumlar eşliğinde kişisel bir saldırıya maruz kaldınız. Bu size nasıl hissettirdi?

Bu saldırı gerçekten ilginç bir durumdu. Saldırıyı gerçekleştiren kişi nefret söylemleri için destek alacağını umarken, birçok kişi tarafından eleştirildi ve bu durum Medyatava ile Diken gibi bağımsız haber kuruluşları tarafından kamuoyuna da yansıtıldı. İlk olarak ben bu saldırıyı kişisel olarak algılamıyorum. Bilecik Üniversitesi’nde Fizik bölümü başkanı olarak çalışan bu kişi, Doç. Dr. Ali İhsan Göker, “Treblinka yakında hazır olacak. Yahudileri taşımak için demiryolu inşası devam ediyor” diye yazdığında, nefretini bütün Yahudilere karşı yöneltmiş oldu. Bütün Türk vatandaşları bu söylemden endişelenmeli. Bu şahıs bir devlet çalışanı ve cezalandırılmak yerine Tübitak tarafından araştırma hibesi ile ödüllendirildi. Alacağı cezaya ben karar verecek değilim, fakat şahsın hedefinde yalnızca ben değil, Türkiye’deki bütün Yahudiler vardı. Bu sebeple konunun yasal zeminde tartışılması gerekirdi.

İsrail toplumunun içinden birisi olarak, Gazze’deki son saldırılara dair İsrail toplumunun sergilediği tutumu açıklar mısınız? Toplum belirli bir görüşü mü benimsemiş durumda yoksa farklılıklar da mevcut mu?

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, eskiden İsrail solu olarak gördüğümüz hareket bugün tamamen ortadan kaybolmuş durumda. Gerçek anlamda solcu ya da işgal karşıtı her hangi bir politik hareket bugün İsrail’de bulunmamaktadır. Bunun birçok sebebi var. Öncelikle, 1995’de Oslo süreci başarısızlığa uğradığında ve İkinci İntifada başladığında, her ne kadar Filistin’de yaşanan ölümler daha yüksek düzeyde de olsa, İsrail’de de intihar bombacılarının eylemleri çoğaldı. Diğer bir deyişle, şiddetin boyutu fazlasıyla arttı. Diğer bir yandan, bugün, İsrail’de ve Filistin’deki genç kuşakların birbirlerini tanımadığını görüyoruz. Bu durum 1987’deki Birinci İntifada öncesindeki dönemden farklı, çünkü o dönemde Batı Şeria ve Gazze halkı İsrail’de çalışabiliyordu. Yani iki halk birbirleriyle konuşabiliyor, görüşebiliyordu. Çatışmanın insani bir yanı vardı. Her ne kadar tam anlamıyla bir başarısızlık örneği olsa da, 1993 Oslo görüşmeleri esnasında, İsrail’de solun bir seçenek olarak görüldüğünü fark ediyoruz. Fakat daha sonrasında, Rabin’in suikasta kurban gitmesinin ardından Netanyahu’nun başa geçmesi ile “liderlerin geri dönüşümü” süreci başladı ve solun gücü iyice azaldı. Hatırlarsanız, Peres dönemini tamamladığında 90 yaşındaydı ve politikaya 1950’lerde girmişti. Bu da İsrail’in lider ortaya çıkarmakta zorlandığını gösteriyor. Bu derecede bölünmüş bir toplumda güçlü bir lider çıkmıyor. Eskiden, İsrail’de seçim barajı %2 civarındaydı, bugün ise baraj %3.25 oranında. İsrail’in nüfusunun yüzde yirmiye yakını İsrail vatandaşlığına sahip olan Filistinlilerdir. Ayrıca devlet kurumları ile çok kısıtlı düzeyde iletişim içerisinde olan Hasidik azınlık da nüfusun önemli bir bölümünü kapsamakta. Kısaca, İsrail tam anlamıyla bölünmüş bir topluma sahip. Bir diğer taraftan, İsrail solu tüketime odaklanmış gençleri kendisine çekmekte tek sıkıntı çeken ülke değil; Türkiye’de de aynı sorun var. Maalesef, kontrolü elinde bulundurmasından ve toplumsal korkulardan beslenmesinden dolayı, İsrail sorunu çözmeye çalışmak yerine duvarlar örerek kendisini kapalı bir yapıya hapsetti. Örülü duvarlar İsraillerin yaşamlarını göreceli olarak barış içerisinde yaşamalarına olanak sağlarken, Filistinliler için çatışma ortamı üst düzeyde devam etmekte. Her ne kadar Demir Kubbe (Iron Dome) bugüne kadar İsraillerin yaşam güvenliğini sağlamaktayken, İsrail Devleti’nin ölçüsüz güç kullanımına verilen desteğin de gösterdiği gibi, Gazze’de yaşanan en son savaş ile bu güvenlik duygusu parçalanmış gözüküyor. Her şeye rağmen, ölen Filistinliler ve sivil vatandaşların hedef alınması açıklanabilir bir durum değildir (Hamas’ın sivil alanları kullanarak roket atmasına bağlı olmaksızın).

İsrail medyasının Gazze operasyonuna ilişkin tutumuna dönecek olursak, bütün medya kuruluşlarının desteklediği baskın bir görüş mevcut mu yoksa farklı medya kuruluşları farklı görüşleri mi savunuyor?

Ben genellikle İsrail devlet kanalını ve özel bir TV istasyonu olan Kanal 2’yi izliyorum. Bunların dışında da radyoların gündüz programlarını takip ediyorum. Yakın bir zamanda, radyo kanalların birinde, Türkiye’de olup bitenlere dair bir röportaj vermiştim. Benim gördüğüm, İsrail’in özel medya kuruluşları, dünyanın her hangi bir yerinde de olduğu gibi, toplumun ilgisini çekecek haberlerin peşinde. Bana kalırsa, medya kuruluşları tamamen savaş yanlısı bir tutum izleyip, savaşın öte yanını, yani Filistinlilerin maruz kaldığı eziyetleri yansıtmadılar. En azından eskiden sadece devlet kanalı varken, yapılan haberleri konu hakkındaki devlet görüşü ile karşılaştırıp gerekirse bunlara karşı koyabiliyorduk. Fakat bugün medya reklâmlar ve tanıtımlar ile tamamen piyasalaşmış durumda. Buna ek olarak, 24 saat yayın yapmak, son dakika haberlerini anında haberleştirme telaşı içinde olmak, medyanın bir anlamda kendinden geçmesine sebep oldu. Diğer bir anlamda, son çatışma ortamında medya “kendisini sattı”.

Sizce İsrail medyası kaçırılan üç genç haberini nasıl ele aldı?

Katledilen üç gencin haberi gerçekten ilginç bir şekilde ele alındı. Gençler kaçırıldıktan sonra “Çocuklarımızı Geri Getirin” (Bring Our Boys Back) adında bir kampanya başlatıldı. Fakat daha sonra yayınlanan telefon kaydında çocukların kaçırılmasının ardından silah seslerinin duyulduğunu öğrendik. Yani güvenlik güçleri çocukların büyük bir olasılıkla öldürülmüş olduğunu biliyordu. Aynı şekilde medya da bunun farkındaydı fakat yine de, hükümetin çıkardığı yayın yasağı sebebiyle de, çocukların hala hayatta olduğu gibi bir izlenim verdiler. Diğer bir deyişle, medya ve hükümet beraberce insanların duygularını manipüle ettiler. Ölümlerinin kesinleşmesinin ardından ise, İsrailli milletvekili Ayelet Shaked Kanal 2’ye çıkarak bir anlamda nefret kustu. Türkiye’deki nefret söyleminden bahsetmiştik, fakat İsrail’de de savaş ortamında medyadaki şiddet dili çok tehlikeli seviyelere ulaştı. Üç gencin ölümünün ortaya çıkmasının hemen ardından ise, Kudüs’te bir Filistinli genç kaçırılıp, katledildi. Bu olayın ardından her ne kadar bazı medya mensupları mantıklı hareket etme çabasında olsa da, İsrail’deki herkes savunma uzmanıymışçasına yorum yapmaya başladı. Herkesin aklında İsrail’in nasıl korunacağına, Hamas’ın nasıl mağlup edileceğine dair bir fikir vardı. Bu noktada benim bir sorum var ve bu sorunun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum; Peki İsrail’deki barış uzmanları kim? Herkes nasıl savunma yapılacağını biliyor, fakat sizlerin savunma planlarınız Filistin’de 2000’den fazla kişinin ölümüne sebep oldu ki ölümlerin %70’den fazlası sivil can kaybıydı. Eğer İsrail’i eleştiren bir yorum yaparsam, aldığım cevap; “Kendimizi savunmamız gerek” oluyor. Fakat durum şu ki, ben ne ülkenin başbakanıyım ne de ordunun başındayım. Eğer bu kadar çok masum insan öldürülüyorsa, onlardan bunun açıklamasını istemeliyiz. Benim tek söylediğim sivillerin öldürülmesinin yanlış olduğu. Şiddet hiçbir sorunu çözmez, çünkü şiddet sadece şiddeti doğurur. Benim söylediklerim Hamas’ı desteklediğim anlamı taşımaz. Tam tersine, Hamas’ın masumları savaşın ortasına koymasından ötürü suçlu olduğunu düşünüyorum. Fakat İsrail’in yaptıkları da savaş suçu mu değil mi diye incelenmelidir. Toplumda belli bir düzen sağlayabilmek adına bu yapılmak zorundadır. Peki, İsrail gerçekten bir savaş suçu işlemiş midir? Ben buna cevap verebilecek konumda değilim. Fakat en azından bu soruyu sorabilme gücünü kendimizde bulabilmeliyiz.

“İsrail’de herkes savunma uzmanıymışçasına yorum yapmaya başladı. Herkesin aklında İsrail’in nasıl korunacağına, Hamas’ın nasıl mağlup edileceğine dair bir fikir var. Bu noktada benim bir sorum var ve bu sorunun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum; Peki İsrail’deki barış uzmanları kim?”

Gazze’ye olan desteği göstermek adına Türkiye’de İsrail ürünlerine boykot çağrısı yapıldı. Sizce İsrail’de hükümet ve özel sektör bu çağrıları ne kadar ciddiye alıyor?

Aslında her iki tarafta da benzer çağrılar yapıldı. İsrail’deki ana akım haber kuruluşlarından biri Türk ürünlerinin boykotu üzerine uzunca bir yazı yayımladı. Türkiye ve İsrail’in ticari ilişkilerinin boyutu 5 milyar dolar sınırını aşmış durumda. Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin piyasalarına ulaşabilmek için İsrail’e ihtiyaç duyuyor. Türk şirketlerinin ürünleri genellikle ilk önce Haifa limanına geliyor ve buradan karayoluyla diğer ülkelere taşınıyor. İki ülkenin yaptığı özel anlaşmalar gereği bu şirketlerin ürünleri gümrük kontrolünden de muaf. Söylemek gerekirse, Türkiye’deki Coca-Cola boykotu örneğin gerçekten saçmaydı. Bence birçok insan şirketlerin direkt bağlantıları konusunda bir karmaşa içerisinde. İsrail ürünlerini boykot etmekten bahsediyorsak eğer bunun gerçekten zor olduğunun farkında olmalıyız. Sorulması gereken ilk soru, “Türkiye’ye gelen İsrail ürünleri neler?” olmalıdır. Belki çeşitli bilgisayar çipleri, ya da sulama sistemleri olabilir. Özetle, İsrail’in büyük firmaları bu boykot çağrılarını pek ciddiye almadı. Bunun dışında Türkiye’de BDS (Boykot- Tavsiye- Yaptırım “Boycott-Divest-Sanction”) hareketi bünyesinde İsrail ile bütün akademik ve kültürel ilişkilerin kesilmesini içeren bir çağrıda bulunuldu. Bana kalırsa, İsrail’den Türkiye’ye gelmeye devam eden sınırlı sayıdaki insanı bir tür köprü olarak görmeliyiz. Benim de dâhil olduğum akademisyenlerden oluşan bu grup, bu köprüyü ayakta tutmak için çaba sarf ediyor. Bu insanlar, bir tür aracılık görevi üstlenip, İsrail’le Türkiye ilişkilerinin tam anlamıyla sonlanmasını engellemeye çalışıyor.

Bunlara ek olarak, İsrail ürünlerinin boykot edilmesi İsrail ekonomisine önemli bir zarar vermeyecektir. Aynı durum Türkiye ürünlerinin boykot edilmesinde de geçerli. Her şeye rağmen, Türkiye İsrail vatandaşlarının Orta Doğu’da gidebileceği tek ülke konumundadır. Özellikle İsrailli akademisyenler, konferanslar ve benzeri etkinliklere katılmak için sıklıkla Türkiye’yi ziyaret etmekteler. Aynı şekilde, Türk işadamları da zaman zaman İsrail’i ziyaret etmekteler. Örneğin, yakın zamanda, Türk yatırımcılar İsrailli başlangıç aşamasındaki yenilikçi (start-up) şirketlerin nasıl işlediğini öğrenmek amacıyla bir ziyarette bulunmuşlardı. Bu insanlar sayesinde Türkiye ve İsrail arasındaki köprüler halen daha ayakta duruyor. İşin özü, Türkiye ve İsrail ilişkilerinin kökten kopması bölgedeki hiçbir ülkenin yararına olmayacaktır. Böyle bir durum, ne İsraillilerin, ne Türklerin, dahası ne de Filistinlilerin işine yarar. Bölgedeki aktörler arasında belli konularda bu kadar ciddi uçurumların oluşmuş olması oldukça üzücü. Bu uçurumlar sadece İsrail ve Türkiye arasında değil, Mısır, Katar ve Suudi Arabistan arasında da görülmektedir. Bölgenin bu kadar parçalanmış oluşu ise en çok Filistin halkına zarar vermektedir. Orta Doğu’nun iki lider ülkesi -İsrail ve Türkiye- maalesef iki farklı uçta durmaktalar. Bölgedeki bu kamplaşmanın bedeli ise herkes için oldukça ağır. Bugüne kadar 190,000 Suriyeli hayatını kaybetti ve 2003’te Amerika Birleşik Devletleri’nin işgalinden bu yana hayatını kaybetmiş olan yüz binlerce Iraklıdan bahsetmiyorum bile. Bugün Irak’ta Yezidiler, Müslümanlar ve Hıristiyanlar acı çekmekteler. İşte bu sebeplerle, en azından bölgenin istikrarlı bir yapıya kavuşması için, İsrail ve Türkiye’nin tekrardan iyi ilişkiler kurması gerekmektedir. Bununla beraber, önceden de söylediğim gibi, Türkiye ve İsrail ilişkilerinin ne kadar iyi olduğu, İsrail’in Filistin’de barışı sağlamaya yönelik attığı adımlar ile bağlantılı durumda. İsrail, Filistin sorununu bir çözüme kavuşturmadan Türkiye ile iyi ilişkilere sahip olmayı bekleyemez. Diğer bir taraftan da, bu ancak Türkiye süregelen gerilimi azaltmak adına çeşitli adımlar attığı takdirde gerçekleşecek gibi duruyor. An itibariyle umutlu olduğumu ise söyleyemem.

***

© 2014 Research Turkey. Tüm hakları saklıdır. Bu röportaj referans verilmeden basılamaz, çoğaltılamaz veya kopya edilemez.

Röportajı şu şekilde referans vererek kullanabilirsiniz:

Research Turkey (Ekim, 2014),  “Dr. Louis Fishman ile Röportaj: Türkiye-İsrail İlişkilerinin Dünü ve Bugünü’”, Cilt III, Sayı 10, s.52-60, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (ResearchTurkey), Londra: Research Turkey 

ResearchTurkey
ResearchTurkey
AnalizTürkiye

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

spot_img

Share post:

Subscribe

Popular

More like this
Related

Türkiye’de Yükselen Finans Kapitalizminin Yorumu

Türkiye, gelişen piyasası ile en iyi pazarlardan birisi olarak...

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı Giriş Türkiye 1980’li yılların...

Uygarlıkların Sınırları: 21. Yüzyılda Türkiye ve Hindistan

Dünyanın iki çok kültürlü ulusu, Türkiye ve Hindistan, ilk...

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik Benzerlikler

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik...