Profesör Ziya Öniş ile Röportaj: Türkiye’nin Fırtınalı Yılını Anlamak

Date:

Profesör Ziya Öniş ile Röportaj: Türkiye’nin Fırtınalı Yılını Anlamak

Türkiye’nin Çalkantılı Yılının Değerlendirmesi Serisi – I

Türkiye siyasetini takip eden herkes, geçtiğimiz 12 aylık sürenin birçok kırılma noktası ve kritik anlar ile dolu olduğunu söyleyecektir. Geçtiğimiz Mayıs ayında başlayıp artarak devam eden Gezi Parkı protestoları, Aralık 2013’teki yolsuzluk soruşturmaları ve sonuçları, Mart 2014’te gerçekleşen yerel seçimler ve Soma maden kazası trajedisi dünya genelinde manşetlerden verildi. Türkiye’nin geçirdiği kritik süreçler sadece iç politikadaki gelişmelerden ibaret değildi. Türkiye’nin Suriye iç savaşına dahil olması, bu durumun Türkiye’deki ve son olarak da Irak’taki yansımaları hem Orta Doğu hem de dünya için oldukça önemli gelişmelerdi. Bunlara ek olarak geçtiğimiz yıl, Reyhanlı saldırısı, Suriye jetinin düşürülmesi ve AB’nin Türkiye’deki internet yasaklarını eleştirmesi, Türkiye’de iç ve dış politika süreçlerinin sık sık kesişmesine neden oldu. Bu olayların Türkiye siyaseti için anlamları nelerdi? Ve belki de daha önemli bir soru – yakın gelecekte, Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde ne gibi gelişmeler bekleyebiliriz?

Bu olayların içeriğini ve anlamını daha iyi anlayabilmek için Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (Research Turkey) olarak Türkiye’nin ekonomi politiği konusunda bir uzmanla, Profesör Ziya Öniş ile röportaj gerçekleştirdik. Profesör Öniş, Koç Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Profesörü ve aynı zamanda Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi’nin de (Research Turkey’nin) Danışma Kurulu üyesidir.  Profesör Öniş, Türkiye’nin yaşadığı bu siyasi olayları ve eğilimleri hem Türkiye açısından hem de uluslararası yansımaları açısından irdeledi.  Röportajımız boyunca, Profesör Öniş ile beraber, bu 12 aylık sürede gerçekleşmiş olan önemli olayların  nasıl yorumlanması ve değerlendirilmesi gerektiğine dair konuştuk.

Profesör Öniş yukarda sözü geçen kritik konuları ve olayları ayrıntılı bir biçimde değerlendirdi ve Türkiye siyasetinin geleceğine dair öngörülerini bizlerle paylaştı. Türkiye’nin Suriye siyasetine müdahil oluşunu örnek göstererek, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) beklenmedik bir şekilde sonuçlanan Orta Doğu politikası ve Türk dış politikasında gerekli olan U-dönüşü hakkında konuştu. Profesör Öniş AKP’nin yolsuzluk iddialarını nasıl göğüsleyebildiği ve 30 Mart yerel seçimlerinden nasıl galibiyetle çıkabildiği konularında da ipuçları verdi. Ek olarak, AKP hükümetinin yeniden dağıtım politikalarını AKP’nin hem kapsayıcı hem dışlayıcı yönlerini vurgulayarak daha özgün ve incelikli bir şekilde ele aldı. Son olarak, Profesör Öniş, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle olabilecek iki hükümet senaryosunu ana hatlarıyla paylaştı. İlk senaryo olarak, Ağustos ayında cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan yeni konumunu daha etkili olarak kullanabilir. Diğer senaryoda ise, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi AKP’nin daha ılımlı bir partiye dönüşmesine neden olabilir

Röportajın Özeti

“Gezi Parkı protestolarının Türk toplumunun çeşitli kesimleri tarafından nasıl farklı şekillerde algılandığını gördük. Örneğin, muhalefet bunu Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli bir dönüm noktası olarak gördü. Hükümet ise azınlığın gücü yeniden ele geçirme çabası olarak yorumladı.”

Gezi Parkı protestolarınıntoplumdaki kutuplaşmayı göstermekte ve birbirleriyle gittikçe artan bir çatışma içindeki dışa kapalı toplulukların (gated communities) ortak korkularına dikkat çekmekte çok önemli bir rolü oldu. Türk siyaseti için yeni olmayan bu olgu son dönemdeki olaylar sebebiyle daha şiddetli ortaya çıkmıştır.”

 “İronik olan ise Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve protestolar arasında organik bir bağlantı olmamasıydı. Halbuki Gezi Parkı protestolarına karşı en anlayışlı yaklaşan parti de CHP idi. CHP ve Gezi Parkı protestoları birbirinden oldukça bağımsızdı. CHP’nin Gezi Parkı’nı seçimlerde kendi yararına da kullanamamış olduğunu gördük ve bu da çelişki oluşturan bir durum.”

Arap Baharı bağlamında, Türkiye kendisini demokrasinin bölgedeki savunucusu olarak ortaya koymaya çalıştı. Ancak, biz, Türkiye’nin Orta Doğu’nun politikalarına aşırı ilgili ve bu politikalarla aşırı meşgul bir konumda olduğunu gözlemliyoruz.”

 “Her ne kadar AKP seçmenler için popüler bir tercih de olsa, biz  aynı seçmenlerin AKP’nin Suriye politikasını oldukça eleştirdiğini gözlemliyoruz.”

Benim bugün gördüğüm ise Türkiye’nin Orta Doğu politikasına aşırı ilgili konumu geri tepmiştir. Artık, Türkiye yaklaşımında daha sessiz ve daha pragmatik bir yol izlemelidir”.

Ankara’daki politikacılar ve uzmanlar, Suriye politikasının ya da Mısır politikasının bir hata olduğunu açıkça kabul etmeyecektir. Ankara’da bugünlerde sıklıkla kullanılan bir tabir ise Türk dış politikasında  ‘reset tuşuna basmak’tır. Bu ‘reset’ tuşuna basma söylemini pragmatik bir U-dönüşü olarak yorumluyorum.”

Bana kalırsa yolsuzluk iddiaları bağlamında, iki farklı  grup arasında Gülen hareketi mensupları ve AKP’li elitler   çok ilginç ve şaşırtıcı bir ayrışma ortaya çıktı.”

Bu iddiaları yorumlamanın bir şekli bunları  toplumun farklı kesimlerinin ya da diğer bir deyişle yeni elitlerin güç savaşı ve çıkar çatışması olarak görmek olurdu; fakat unutulmaması gereken bir diğer nokta da, Türkiye’de güçlenmekte olan ahbap-çavuş kapitalizmidir. Bu tarz kapitalizm ise zenginliğin yönetici ve hükümete olan yakınlığa dayandığı bir sistemdir.”

Bir düzeyde, AKP dönemini sosyal anlamda kapsayıcı politikalarıyla (ör. ekonomik büyüme, düşük enflasyon ve de sağlık, eğitim, toplu ulaşım, yerel hizmetler konusunda sağladığı yeniden dağıtımcı politikaları) toplumun geniş bir kesimine fayda sağlayan bir başarı öyküsü olduğunu düşünüyorum.”

Asıl soru eğer AKP, iktidardaki ilk yıllarında elde ettiği yıllık yüzde 7’lik, yüzde 8’lik büyüme oranlarını koruyamazsa ne olur?”

“Basın özgürlüğüne karşı getirilen bütün engellemeleri – Twitter’a, Youtube’a getirilen yasaklar muhalifliği ve muhalifliğin ifade edilebileceği ortamları kısıtlama çabası olarak görebiliriz.”

Ekonomi iyi gittikçe, AKP’ye hem ekonomik faydalar nedeniyle hem de AKP’yi kimliklerinin temsilcisi olarak gördükleri için ona destek  veren geniş kitleler oldukça, AB’nin eleştirileri etkili olamayacaktır. Buna bir de ekonomik ve kimlik krizi kıskacında bulunan AB’nin sunduğu üyelik perspektifinin neredeyse tamamen kaybolduğunu eklersek dış eleştirilerin etkisinin daha da azaldığını görürüz.”

Değişim, demokratikleşme ve demokratikleşmenin geriye gidişini engelleme için istek toplumsal kaynaklı olmalıdır. Gezi’yi demokratikleşmedeki geriye gidişi durdurma çabası olarak da görebiliriz… Ancak, bunlar kurulu parti politikaları üzerinde etkili olup ulusal politik dengeyi etkileyebilecek noktaya gelmez ise tesirleri sınırlı olacaktır.

En iyi senaryo, parlamenter sistem içerisinde, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduğunda, bir parti lideri olarak değil de, daha kısıtlı yetkilerle bütün ülkenin lideri olarak hareket etmesi olur. Bu senaryoda değişecek parti yönetimini uzaktan kontrol etmesi oldukça zorlaşır ve bu da Türkiye’nin siyasi iklimini daha açık, ılımlı ve çoğulcu bir yola sokmak için bir ortam oluşturabilir.”

Alternatif bir senaryo ise, Erdoğan’ın parti üzerinde tuttuğu kontrol sayesinde anayasayı değiştirmesi ve Putin ile Rusya’da gördüğümüz tarzda bir başkanlık sistemini Türkiye’de hayata geçirmesi olur. Bu Türkiye için tehlikeli olabilecek bir senaryodur.”

Türkiye bağlamında, yolsuzluklar büyük bir ekonomik krizle beraber ortaya çıktığında cezalandırılır.”

Dışarıya kapalı gruplarda eğer ki iddialar sizin grubunuzdan birine yönlendirilmişse, siz bunu ailenizden biri suçlanmış gibi görürsünüz ve cezalandırmak için bir girişimde bulunmazsınız çünkü ailenizden birini cezalandırmak istemezsiniz. Eğer bu iddialar karşı taraftan birilerini hedef alsaydı, bu sefer de çok hassas davranırdınız. Örneğin, yolsuzluk skandalı CHP mensuplarını hedef alıyor olsaydı, o zaman çok farklı bir tepki olabilirdi.”

Birçok gazeteci, araştırmacı, bilim adamı ya tamamen AKP’ye eleştirel yaklaşıyor ya da hiçbir hata payı vermeden, yüzde 100’lük bir destekle AKP’yi savunuyor; fakat bugüne kadarki AKP hikayesinde hem kapsayıcı ve hem dışlayıcı örnekler mevcut.”

Yapılması gereken Türkiye’nin yaptığı  Sünnilerin artan militanlaşmasına olabildiğince karşı olmaktır. Sırf olayları gerçekleştirenler Sünni diye Türkiye böyle bir eylemi hoş karşılayamaz, buna izin verilemez. İran’la bu konuda sağlanan işbirliği, Türkiye ve İran’ın mezhepsel çatışmanın iki farklı ucunda olduğu görüşünü ortadan kaldırabilmek için de atılmış güzel bir adımdır.”

Röportajın Tam Metni

Profesör Öniş, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (Research Turkey) olarak bu röportaja zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Geçen yıl Mayıs ayında Gezi Parkı protestoları ile başlayan, Suriye iç savaşına, yerel seçimlere, yolsuzluk iddialarına ve çeşitli diğer olaylara da uzanan geçirdiğimiz çalkantılı yıl hakkında sizin fikirlerinizi almak isteriz. Gezi Parkı protestoları başlayalı tam olarak bir yıl oldu. Sizce bu protestolar Türkiye’de siyasetin ne ölçüde değişmesine sebep oldu?

Gerçekten iyi bir soru. Aynı şekilde, ben de Gezi Parkı protestolarının Türkiye siyasetinde ne ölçüde etki bıraktığını sorgulamaktayım. Bu protestolar Türkiye’nin siyasetinde şu şekilde dönüm noktası olmuştur. Bu ayaklanmalar şöyle diyelim, Türkiye’de artan otoriteleşmeye karşı spontane olarak ortaya çıkmış bir tepkiydi. Bu aynı şekilde, genç insanların, özellikle Türk toplumunun artan muhafazakarlığına karşı kaygılı seküler gençlerin ve yaşam alanları bastırılmış olan diğer azınlıkların tepkilerini ortaya koymaktaydı. Bu nedenle, Gezi Parkı protestoları Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) karşı organize muhalefetin zayıf kaldığı, AKP’nin artan gücüyle mücadele edemediği bir dönemde tabandan gelen önemli bir tepkiydi; fakat, bunun ötesinde, Gezi Parkı protestolarının siyasetin temelinde ne ölçüde bir etki bıraktığından ya da bir etki bırakıp bırakmadığından emin değilim. Protestoların AKP’nin seçim başarısını olumsuz bir şekilde etkilemediğini görüyoruz. 2014 Mart yerel seçim sonuçlarına baktığımızda, AKP’nin oyu yüzde 50’den yüzde 43’e düştü; fakat yüzde 43 yine de önemli bir çoğunluk demekti. Erdoğan’ın ve AKP’deki siyasi elitlerin konumlarına dair güvenlerini sarsmayacak derecede önemli bir çoğunluktu. Benim gözümde, Gezi Parkı aynı zamanda Türk toplumunun artan kutuplaşmasını da yansıtıyordu. Gezi Parkı protestolarının hem hükümete yakın gazetelerden hem de hükümete eleştirel yaklaşan gazetelerden (ki sayıca oldukça azlar) takip etmeye çalıştım. Bu şekilde, Gezi Parkı’nın Türk toplumunun çeşitli kesimleri tarafından nasıl farklı şekillerde algılanmış olduğunu görürsünüz. Örneğin, muhalefet bunu Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli bir dönüm noktası olarak gördü. Hükümet ise azınlığın gücü yeniden ele geçirme çabası olarak yorumladı. Başbakan da kendi seçmen tabanını rahatlatmak için bu yorumu destekleyecek söylemlerde bulundu. Geçtiğimiz 9 yıl süresince, dindar, muhafazakar insanların özgürlüğüne kavuşturulduğunu, eskiden ezilen taraf olduklarını, fakat şimdi ise başörtüsü gibi çeşitli haklara sahip olduklarını söylemlerinde belirtmiştir. Bir  başka deyişle, sekülerlerin bu ülkeyi eskiye götürmek istediği söylendi. Kullanılan retorik, ‘Eski Türkiye’ ve ‘Yeni Türkiye’ karşılaştırması oldu. Bir taraf, Gezi protestolarını, sekülerlerin inandığı gibi, azınlığın çoğunluk tarafından baskı altına alınışın bir yansıması olarak gördü. Diğer taraf ise, azınlığın eski haklarını geri kazanarak çoğunluğu dışarıda bırakma çabası olarak algıladı. Bir taraf ise, Erdoğan’ın konumunu çok sınırlı bir çoğulcu anlayış olarak gördü; ama Erdoğan, çoğunluğa sahip oluşunun verdiği güvenceyle asıl tehlikeyi toleranslı olup azınlığın geri gelebileceği bir ortamın oluşmasına izin vermek olarak gördü. Bu noktada, Menderes’e olanları ve 2013 yazı sonrası, Mısır’ın geçirdiği süreci sık sık örnek olarak kullandı. Gezi Parkı protestolarının toplumdaki kutuplaşmayı göstermekte ve birbirleriyle gittikçe artan bir çatışma içindeki dışa kapalı toplulukların (gated communities) ortak korkularına dikkat çekmekte çok önemli bir rolü oldu. Türk siyaseti için yeni olmayan bu olgu son dönemdeki olaylar sebebiyle daha şiddetli ortaya çıkmıştır.

“Gezi Parkı protestolarının Türk toplumunun çeşitli kesimleri tarafından nasıl farklı şekillerde algılandığını gördük. Örneğin, muhalefet bunu Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli bir dönüm noktası olarak gördü. Hükümet ise azınlığın gücü yeniden ele geçirme çabası olarak yorumladı.”

Protestocuların ya da kendilerini Gezi hareketi ile ilişkilendirenlerin bir başarı elde edebildiklerini düşünüyor musunuz? Sizce, geçen Mayıs ayında, protestocular eylemlerine başlarken başarmayı hedefledikleri sonuçlara ulaştılar mı?

Eğer eylemciler ile konuşursanız, o dönemin Türkiye siyaseti için ne kadar önemli bir dönüm noktası olduğunu görürsünüz. Çok farklı geçmişlerden gelen insanların çevre ile ilgili bir nedene bağlı olarak toplanması ve daha sonra bu topluluğun hükümetin politikalarını eleştiren geniş kapsamlı bir hareket şeklini aldığını görüyoruz. Bu insanların çoğu da bunu çok önemli bir gelişme olarak görür; fakat dışarıdan bakan bir gözlemci olarak, “Bu Türkiye siyasetinin içeriğini etkiledi mi?” sorusunu sorarsak, en azından şimdilik, Türkiye siyaseti üzerinde böyle bir etki olduğundan emin değilim çünkü Türkiye siyasetinin merkezinde, AKP’nin baskın olduğunu görüyoruz ve bu durum kısa dönemde bir ters tepki yarattı. Ortaya çıkan tepki oldukça şiddetli oldu ve muhalif olana karşı oldukça artan bir anlayışsızlık gördük. İronik olan ise Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve protestolar arasında organik bir bağlantı olmamasıydı. Halbuki Gezi Parkı protestolarına karşı en anlayışlı yaklaşan parti de CHP idi. CHP ve Gezi Parkı protestoları birbirinden oldukça bağımsızdı. CHP’nin Gezi Parkı’nı seçimlerde kendi yararına da kullanamamış olduğunu gördük ve bu da çelişki oluşturan bir durum. Benim görüşüm şudur; an itibariyle AKP’nin uluslararası itibarı azalıyor. Ayrıca, AB ve A.B.D. kaynaklı eleştiriler sebebiyle, AKP’nin üzerinde artan bir baskı var. Bu durum, AKP’nin ilk dönemlerinde yoktu çünkü parti hem ekonomi hem de politika alanlarında, reformist kararlar almıştı. Bugün karşılaştığımız ve gittikçe artan eleştiriler ise hem tabandan hem de uluslararası arenadan kaynaklanıyor. Ancak, parti ve parti liderliğinin gücü Türk siyasetinde kemikleştikçe, seçim sisteminde hep bir tekelci güce sahip oldukça,  medya kontrolü ile elde edilen ekonomik ve politik gücü ve devlet ihalelerinin kontrolünü elinde tuttuğu müddetçe, bu tarz eleştiriler demokratikleşme ya da demokratikleşmenin tersine dönüşünü engelleme konusunda bir etkide bulunamayacaktır. Gezi Parkı protestoları çok önemli bir andı; fakat Türkiye siyasetine bir etkisi oldu mu sorusu sorulduğunda benim aklımda soru işaretleri oluşuyor. Söylemek istediğim ana nokta sosyal protestoların çok önemli olduğudur; fakat bunlar kurulu parti politikaları üzerinde etkili olup ulusal politik dengeyi etkileyebilecek noktaya gelmediği sürece tesirleri sınırlı olacaktır.

2013 Mayısının bir başka önemli bir olayına değinmek istiyorum, Reyhanlı bombalaması. Bir yazınızda şöyle belirtmişsiniz, “Binlerce Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapan ve Cumhurbaşkanı Esad’ı devirmek için gerçekleştirilen eylemlerin bir toplanma noktası olan Reyhanlı’nın bombalanması, Suriye iç savaşı’nın Türkiye’ye taşındığına dair korkuları arttırdı. Reyhanlı olayı, Suriye iç savaşının aslında Türk iç politikasının bir parçası olduğunu gösterdi, ama bu süreç Başbakan Erdoğan’ın tahmin ettiğinden daha farklı bir yön aldı.”1 Bu nedenle, Reyhanlı bombalamasının ardından, Suriyelilere karşı öfkeli bir tepki oluştu. Bazıları görüşlerinde, Türk toplumunun, Türkiye’nin Suriye meselesine karışmasından kaynaklanan olumsuz sonuçlardan gittikçe endişelendiği belirttiler. Sizce, Reyhanlı bombalaması, Türk toplumunun Suriye iç savaşına ve Türkiye’nin Suriye politikasına dair algılarıyla ilgili ne göstermiştir?

Bildiğiniz gibi, özellikle Davutoğlu 2009’da Dışişleri Bakanı olduktan sonra, Türk dış politikasının aldığı yeni yön, AKP’nin siyasi başarılarına katkıda bulundu. Bu yeni yön, Türkiye’nin yerel ve küresel olayları izlemekle yetinen pasif bir aktör konumunda bir ülke olmak yerine, bu olaylar üzerinde belirleyici bir etkisi bulunan yerel bir güç, yerel bir lider ve bölgesel güç sahibi olmayı arzulayan bir  ülke olması demekti.

Arap Baharı bağlamında, Türkiye kendisini demokrasinin bölgedeki savunucusu olarak ortaya koymaya çalıştı. Ancak, biz Türkiye’nin Orta Doğu’nun politikalarına aşırı ilgili ve bu politikalarla aşırı meşgul bir konumda olduğunu gözlemliyoruz. Türkiye’nin yanı başındaki Suriye’deki ve Mısır’daki olaylara kayıtsız kalamayacağı söylemine katılıyorum. Özellikle, Suriye ile olan ilişkilerimiz, Arap Baharı öncesi dönemde, hem ekonomik hem de kültürel yakınlık anlamında oldukça ileri düzeydeydi. Problem, Türkiye’nin Arap devletlerinin iç işlerine çok müdahil bir noktaya gelmesinden kaynaklandı. Türkiye, Suriye’deki olayları etkilemeyi fazlasıyla denedi. Bana kalırsa, buradaki sorun Başbakan Erdoğan’ın Esad üzerinde sahip olduğu etkiyi gerçekte olduğundan daha fazla sanmasıydı. Öncelikli plan Esad’ı Suriye’de bir çeşit reform süreci başlatması için baskı altına almaktı. Bu plan geri teptiğinde ise, Türkiye muhalifleri desteklemeyi seçti. Bu seçim bazı talihsiz sonuçlar da doğurdu. Türkiye, belki farkında olmadan, bu seçimiyle Suriye’deki mezhep çatışmalarının da bir parçası oldu. Benzer durum, Türkiye’nin Mısır politikasında da oldu. Bence, Türkiye, Müslüman Kardeşler’i gerektiğinden fazla destekledi. 2013’te darbe gerçekleştiğinde gösterilen tepki de aşırı şiddetli bir tepkiydi. Tabii ki darbelere karşı eleştirel olabilirsiniz; fakat bunu yaparken tarafsız da durabilirsiniz. Sonuçta bunlar ülkelerin iç olaylarıdır. Reyhanlı ile ilgili sorduğunuz soruyla konuyu bağlayacak olursam;  Türkiye, Suriye’de ortaya çıkan karışıklıktan ziyade – Suriye’deki karışıklığın sebebi tamamıyla Türkiye’nin müdahil olması değildir –, ülkenin iç siyaseti ile daha fazla ilgilendi. Beklentilerin aksine, bu olaylar Türkiye’yi de içine çekti ve Türkiye için de bir güvenlik tehdidi oluşturdu. Bana kalırsa, bu durum AKP’nin dış politikasının popülerliğini sarsmaya başladı. Her ne kadar AKP seçmenler için popüler bir tercih de olsa, biz aynı seçmenlerin AKP’nin Suriye politikasını oldukça eleştirdiğini gözlemliyoruz. Bence, bu durum Suriye’den Türkiye’ye olan göçlerin artmasıyla daha da şiddetlendi. Verilen rakamlar değişkenlik gösteriyor; fakat son zamanlarda sokaklarda Suriyeli göçmenleri sıkça görebiliyorsunuz. Şüphesiz bunun önemli bir problem olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin Suriyeli göçmenlere kucak açması tabii ki önemli bir insani roldür. Ama, aynı zamanda, Türkiye uluslararası aktörler ile daha fazla işbirliği içerisinde olabilirdi. Yaklaşımı tek taraflıydı. Gelen mülteci sayısı öyle bir noktaya ulaştı ki, şimdi bu durum kendi başına Türkiye için bir güvenlik sorunu oluşturuyor. Benim bugün gördüğüm, Türk siyasetinde daha pragmatik bir noktaya doğru yapılan bir U-dönüşüdür. Bence, aşırı ilgili yaklaşımın geri teptiği fark edildi ve daha dingin, pragmatik bir yaklaşım izlenmeye başlandı; fakat aynı zamanda, dış politikamızda kendimizi izole edilmiş, iki blok arasında sıkışmış hissettiğimiz bir dönüm noktasına da ulaştık. Bir blok Türkiye’nin ekonomik ve siyasi anlamda daha fazla ilişki içerisinde olmak istediği Rusya-Çin bloğudur. Diğeri ise, NATO’ya olan üyeliğimiz nedeniyle halen bir parçası olduğumuz geleneksel müttefiklerimizdir, diğer bir deyişle Batı bloğudur. Türkiye, demokrasiye ve demokratikleşmeye verdiği destek ile Çin ve Rusya’dan ayrılır; fakat bağımsız, kendi başına hareket eden ve varlığını hissettirmek isteyen politikaları sebebiyle de, Avrupa ve Amerika’dan ayrılır. İçinde bulunduğu bu izole edilmiş durum, Türkiye’nin bölgede etkili bir şekilde yapıcı bir rol oynamasını oldukça engellemektedir.

“Türkiye, İsveç ya da Danimarka gibi ülkelerin konumunda değil –  problem Türkiye’nin komşusu olduğu bir ülkededir. Buna rağmen gerekli olan ise, Türkiye’nin daha pragmatik, daha bağımsız ve çok yönlü bir politika izlemesi ve gücünün diğer ülkelerin iç işlerine karışabilme yeteneğinden ziyade, kendi iç politika performansıyla belirleneceğinin farkında olmasıdır.”

Türkiye’nin Suriye politikası hakkında şöyle söylediniz; “İzlenen politika, Türkiye’yi Arap devletlerinin iç işlerine ve mezhepsel çatışmalarına çekti. Bu durum da Türkiye’nin iyi huylu, bölgesel güç imajına zarar verdi.”2 Bu noktadan hareketle, içinde bulunduğumuz durumda, Suriye krizinin ortasında iken, Türkiye dış politikasının etkili bir rol oynama şansı var mıdır?

Bence, Türkiye’nin yapması gereken daha pragmatik olmaktır. Türkiye, baskın olmaya çalışmak ve bölgeye aşırı ilgili olmak yerine, Batılı müttefikleri ile daha fazla işbirliği içerisinde olmalıdır. Tek yönlü bir dış politika, bana kalırsa, Türkiye için fazla masraflı oluyor. Bence, bu Türkiye için de önemli çünkü Türkiye’nin bölgede etkinliği Batı ile –  Avrupa Birliği ve A.B.D.  –  olan güçlü ilişkilerine bağlıdır. Türkiye’yi 2000’lerde Arap elitlerine çekici yapan da buydu. Ne kadar ironik de olsa, Türkiye, Batı’ya ne kadar yakınsa, Arap dünyası için de Türkiye, ekonomik gelişmişlik, ılımlı İslam ve demokratik politikalar konularında o kadar çekici bir ülke oluyor. Bu noktadan hareketle, Türkiye kendini daha bağımsız bir noktaya oturtmalı ve dış politikasında daha yapıcı ve çok taraflı olmaya çalışmalı. Buna ek olarak, kesinlikle Suriye ve Irak’ta daha fazla karışıklığa sebep olabilecek bir şekilde taraf olmaktan kaçınmalı çünkü Türkiye’nin muhalif gruplara olan desteğinin, farkında olmadan, aşırı uçtaki Sünni ve Cihat anlayışını benimseyen unsurların gelişimine katkıda bulunduğuna dair ciddi iddialar var. Bu ithamlar ne derecede doğru bilemiyorum. Bu konuda çelişkili kanıtlar var. Eğer bu gibi olaylarda fazla ilgili olursanız, bu tarz suçlamalarla karşı karşıya kalmanız kaçınılmaz olur. Bu nedenle içinde bulunduğumuz durum, Türkiye için oldukça zor. Durum komşunuzun evinin yanmasına benziyor. Bundan kaçamazsınız, bir şekilde etkileneceksiniz. Türkiye, İsveç ya da Danimarka gibi ülkelerin konumunda değil –  problem Türkiye’nin komşusu olduğu bir ülkededir. Buna rağmen gerekli olan ise, Türkiye’nin daha pragmatik, daha bağımsız ve çok yönlü bir politika izlemesi ve gücünün diğer ülkelerin iç işlerine karışabilme yeteneğinden ziyade, kendi iç politika performansıyla belirleneceğinin farkında olmasıdır.

Suriyeli mülteciler konusuna değinmek istiyorum. Sizce Türkiye’nin bugüne kadar sergilediği iyi niyetli tutum devam edecek midir? Yoksa, Türkiye’nin daha fazla kaynak ve yer ayıramayacağı bir nokta var mı? 

Bence o kritik noktaya ulaşıyoruz. Problemin yayılmış olması sebebiyle artan bir halk tepkisi de var. Mülteciler, Türkiye’nin diğer bölgelerine de gitmeye başladı. Hem İstanbul’da hem de diğer bölgelerde mültecileri görebiliyorsunuz. Aynı zamanda artan mülteci nüfusu sebebiyle, mülteci kamplarının masrafları da arttı. Özellikle yarattığı güvenlik riski sebebiyle artan halk öfkesini de düşündüğümüzde, hükümet bir noktada buna bir sınırlama getirmek zorunda kalacaktır. Bunun aynı zamanda AKP’nin küçük bir ölçekte de olsa popülaritesini kaybetmesine sebep olabileceğine inanıyorum, her ne kadar yerel seçimlerde popülerliğini yitirmesinde etkili bir rol oynamasa da, son dönemde gittikçe artan bir hayalkırıklığı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, son 6 aylık dönemde Türk dış politikasında bir U-dönüşü gördük. Bu nedenle de ben oldukça umutluyum. Bence, dış politika uzmanları bu tarzdaki politikaların etkili olmadığını fark etti. Ankara’daki politikacılar ve uzmanlar Suriye politikasının ya da Mısır politikasının bir hata olduğunu açıkça kabul etmeyecektir. Ankara’da bugünlerde sıklıkla kullanılan bir tabir ise Türk dış politikasında ‘reset tuşuna basmak’tır. Ben bu “reset” tuşuna basma söylemini pragmatik bir U-dönüşü olarak yorumluyorum. Erdoğan’ın ya da Davutoğlu’nun aklında halen daha iddialı bir bölgesel aktör olma isteği vardır; fakat bana kalırsa bu tarz kapsamlı bir rol oynamak için, Türkiye’nin gücünün sınırlarının farkına vardılar.

“Türkiye kurallara dayalı ekonomiden, zenginliğin bağlantılara ve devlet elitlerine yakınlığa dayandığı bir ekonomi anlayışına doğru yol alıyor.”

Yıl içerisindeki gelişmeleri ele almaya devam ettiğimizde ise, Aralık ayında başlayan yolsuzluk soruşturmasının Türkiye’nin politik çerçevesini oldukça sarsmış olduğunu gördük. Sizin AKP dönemi ekonomi politiği üzerinde yaptığınız değerlendirmeleri temel alırsak, yolsuzluk iddialarında gerçeklik payı olduğunu düşünüyor musunuz?

Bana kalırsa yolsuzluk iddiaları bağlamında, Gülen hareketi mensupları ve AKP’li elitler arasında çok ilginç ve şaşırtıcı bir ayrışmayı izledik. Bildiğiniz gibi Gülen hareketi hayır işlerine, okullara dayanan, aynı zamanda çeşitli sektörlerde yatırımları sebebiyle de önemli ekonomik çıkarları bulunan bir sivil toplum örgütüdür. Geleneksel olarak dini muhafazakarlığın daha ılımlı bir versiyonunu yansıtan bir organizasyon. Siyasetten uzak durmuş olsalar da, destekleri açık bir şekilde, özellikle partinin ilk yıllarında, AKP’ye yönelikti. Son dönemde, Gülen hareketi fazlasıyla güçlendi. Mahkemelerde, polisin içerisinde ve bürokraside temsilcilerinin olduğuna dair ciddi söylentiler var. Bu durumu Türkiye’nin yeni elitleri arasındaki bir mücadele olarak görebiliriz. Bu iddiaları yorumlamanın bir şekli onu toplumun farklı kesimlerinin ya da bir başka deyişle, yeni elitlerin güç savaşı ve çıkar çatışması olarak görmek olurdu. Fakat unutulmaması gereken diğer bir nokta ise, Türkiye’de güçlenmekte olan ahbap-çavuş kapitalizmidir: zenginliğin gittikçe yönetici ve hükümete olan yakınlığa dayandığı bir sistemdir. Bana kalırsa, Türkiye’de yeni iş alanlarının geliştiğini görüyoruz ve özellikle inşaat sektöründe, rant dağıtımı çok bir geniş alanı kapsıyor. Bu dağıtımdan da hükümetle yakın ilişkileri olanlar faydalanabiliyor. Bu bağlamda, Türkiye, kurallara dayalı ekonomiden zenginliğin bağlantılara ve devlet elitlerine yakınlığa dayandığı bir ekonomi anlayışına doğru yol alıyor. Ne ölçüde yolsuzluklar skandal olarak değerlendirilebilir? İddialar ortada, fakat bilemiyoruz. Ancak, şunun da kanıtı var ki, AKP politik ve ekonomik olarak daha güçlü konuma geldikçe, yöneticileri gücünü arttırıp Türkiye’nin ekonomik ve politik ortamını kendi tekelleri altında tuttukça, bu rant dağıtımının içinde yer alabilmek için ve zenginleşebilmek için, devlete kişisel erişim sağlayabilmek kaçınılmaz oldu.

“AKP döneminin yararlı tarafı sosyal anlamda kapsayıcı bir ekonomik büyüme elde edebilmesi oldu… Olumsuz tarafı, bütün gücün ve zenginliğin belli bir grubun elinde toplanması ve AKP’nin sadece yanındakini destekleyen, diğerlerini dışlayıcı yapısıdır… Bu bağlamda, güce ne kadar yakın olursanız, o kadar süreçten faydalanırsınız.”

Az önce bahsettiğiniz noktadan hareketle, yazdığınız başka bir yayına dikkat çekmek istiyorum. Orada şöyle demiştiniz; “AKP tekelci bir yeniden dağıtım anlayışını benimsiyor ve bu sistemde partinin içerisindeki gayri resmi bağlantılara yakınlık önem kazanıyor.” Bu bağlamda “AKP’nin neo-liberal küreselleşmenin kazanan ve kaybedenlerini geniş tabanlı, çoklu-sınıflı bir seçmen koalisyonu olarak toplayabilmesinin ardında yatan sebepler arasında bu yeniden dağıtım anlayışının önemli bir yeri vardır.”3

İlginç bir döngü var bu noktada. Bir düzeyde, AKP dönemini sosyal anlamda kapsayıcı politikalarıyla (ör. ekonomik büyümeyle, düşük enflasyonla ve de sağlık, eğitim, toplu ulaşım, ve yerel hizmetler konusunda sağladığı yeniden dağıtımcı politikalarıyla) toplumun geniş bir kesimine fayda sağlayan bir başarı öyküsü olduğunu düşünüyorum.  Orta sınıfın yükselişine ve aynı şekilde yoksulluk seviyesinin düşüşüne şahit olduk. Bir anlamda, AKP döneminin yararlı tarafı, sosyal anlamda kapsayıcı bir ekonomik büyüme elde edebilmesi oldu.Türkiye bu dönemde, orta gelirli ülkeler seviyesine ulaştı ve kişi başına düşen gelir 3,500 dolar seviyelerinden 10,000 dolar seviyelerine çıktı. Bu on yıllık bir dönem için oldukça büyük bir başarıdır. Bu nedenle de toplumun bu kadar büyük bir kısmının seçimlerde AKP lehine oy kullanması pek de şaşırtıcı değildir. Bununla birlikte, AKP’nin olumsuz tarafını da görüyoruz. Olumsuz tarafı, bütün gücün ve zenginliğin belli bir grubun elinde toplanması ve AKP’nin sadece yanındakini destekleyen dışlayıcı yapısıdır. Türkiye’de hala gelir ve varlık eşitsizliği var. Fakat, büyüme ile paralel sağlanan sosyal politikalar yardımıyla yararlar, toplumun oldukça büyük bir kısmına ulaştırıldı. Bu durum hem kapsayıcı hem dışlayıcı olarak sınıflandırılabilen çelişkili bir durumdur. Asıl sorun, AKP hükümeti ilk yıllarında elde ettiği yüzde 7’lik, yüzde 8’lik büyüme oranlarını yakalayamazsa ne olacağıdır. Son dönemlerde elde edilen büyüme seviyesi, düşük büyüme dengesi olan yüzde 3 seviyesinde bir büyüme oranıdır.  Gelecekte ne olacağını tahmin etmek zor, ancak çoğu yorumcunun tahminine göre, Türkiye’yi bekleyen ekonomik bir krizden ziyade düşük büyümenin gerçekleşeceği bir dönemdir. Burada sorulması gereken asıl soru, bu düzeyde düşük bir ekonomik büyümeyle AKP sahip olduğu sınıflar arası koalisyonu bir arada tutabilir mi? Bugüne kadar, AKP büyümenin faydalarını koalisyonun içerisindeki kazananlara ve göreceli kaybedenlere dağıtabilmekteydi. AKP’nin düşük ekonomik büyüme sebebiyle, bu dağıtımı koalisyonu içerisinde yaparken çatışmalarla karşılaşabileceğini düşünüyorum. Ayrıca, Türkiye, birçok araştırmacının orta seviyegelir tuzağı (middle income trap) olarak tarif ettiği bir düzlüğe ulaşmıştır. Bununla birlikte, gittikçe borca bağımlı bir ekonomimiz var. Bu da, insanların AKP’ye oy vermesi için bir diğer sebep, çünkü tüketiciler borçlu durumda, şirketler borçlu durumda ve bu noktada, istikrarsızlığı kendileri için çok büyük sorun olarak görüyorlar. Anlayacağınız ekonomik gelişmenin sürdürebilirliği ile ilgili oldukça fazla sorun var. Bu sorunlara ek olarak, düşük büyümenin olduğu bir durum, AKP’ye gelecekte zarar verebilir. Öte yanda, yaklaşan seçimlere önemli bir etkisinin olacağını da düşünmüyorum.  Fakat, AKP, ciddi bir ekonomik reform sürecine girmezse, uzun vadede popülaritesini koruyamayabilir.

Polis ve adli makamlar tarafından başlatılan soruşturmaların, hükümet içerisinde bulunan Gülen cemaati mensupları ve AKP arasında onarılması güç bir ayrılık oluşturduğunu düşünüyor musunuz?

Şimdilik, çok ciddi bir çatışmanın yaşandığı bir gerçek. Bu aynı zamanda oldukça ilginç bir ayrılık çünkü iki grup arasındaki ideolojik ayrılık, sekülerler ve muhafazakarlar arasında olduğu gibi dünya görüşü farklılıklarından kaynaklanmıyor. Orada, bir grup Batılı yaşam tarzını benimserken, diğer grup daha muhafazakar bir yaşamı tercih ediyor. O noktada gördüğümüz bir kültür çatışması – Kulturkampf; fakat Gülen cemaati ve AKP arasında yaşanan çatışma ise daha çok iç güç mücadelesi olarak tanımlanabilir. Gülen cemaatinin İslam’ın daha yumuşak bir yüzünü temsil ettiğini düşünebiliriz; fakat işin temelinde iki grupta aynı dini ve muhafazakar kimliği benimseyen gruba dahiller. Sonuç olarak, yaşananlar kısa dönemli olarak bakıldığında bir güç mücadelesi olarak tanımlanabilir; fakat benzer kimlikleri paylaşmalarından dolayı, uzun dönemde geçmişi arkalarında bırakıp kırgınlıkları unutmak onlar için daha kolay olacaktır.

Konuşmamızda geçen iç ve dış politika konularını birleştirecek başka bir olaya değinmek istiyorum. Mart ayı içerisinde, yerel seçimlerin arifesinde ve yolsuzluk iddialarının tartışıldığı bir dönemde, bir Suriye jeti hava sahamızda düşürülmüştü. Bu olay, Esad rejimine ve Suriye’deki kriz ortamının tekrar gündemde ön plana çıkarılması, AKP’nin seçim öncesinde gündemi yolsuzluk iddialarından uzaklaştırma çabası olarak yorumlanabilir mi?

Güzel bir noktaya değindiniz. Daha öncede konuştuğumuz gibi iç ve dış politika birbirlerine oldukça bağımlı. Bu durum Türkiye’ye özgü değil, fakat yine de Türkiye’de bir döngü var.  Dış politika büyük ölçüde iç politikanın içinde bulunduğu durumu göz önünde bulundurularak oluşturuluyor. Aynı şekilde, iç politik durum da dış politikanın izlediği çizgiden etkileniyor. Bu nedenle, iki yönlü bir dinamik var. Mart ayında Suriye’ye karşı daha agresif bir politika izlenmiş olmasının sebebinin, iç politika üzerine aşırı yoğunlaşmış olan dikkatleri dağıtma isteğiyle gerçekleştiği konusunda size katılırım. Çünkü daha önce de söylediğim gibi, bu agresif dış politika AKP’ye yarar sağladı. Kendine güvenen Türkiye imajı ile anlatılmak istenen durum da bu; küresel ve yerel arenada pasif bir izleyici değil, aksine aktif, BRICS (Brezilya, Çin, Hindistan, ve Güney Afrika gibi ülkeler kümesi) ülkeleri düzeyinde bağımsız bir şekilde hareket edebilen bir Türkiye. Erdoğan’ın Filistin meselesinin temsilcisi gibi hareket etmesi de, onu sadece Türk seçmenler arasında değil, Arap halkları arasında da oldukça popüler yaptı. Ancak, içinde bulunduğumuz dönemde, Erdoğan’ın Arap halkları arasında yine bu girişken dış politikası sebebiyle zarar gördüğünü de söyleyebiliriz. Suriye krizi konusundaki girişkenliğin, Erdoğan’ın bölgedeki popülerliğini azalttığını belirtebiliriz. 2013 yılı boyunca şahit olduk ki, farklı konularda görüş ayrılığı yaşayan gruplar dahi, AKP’nin Suriye politikasının geri teptiği konusunda fikir birliğine varabildiler. Daha önce de söylediğim gibi, yılın ilerleyen zamanlarında, bu girişken dış politika yerine daha sakin ve pragmatik bir anlayış içeren U-dönüşünü gördük.

“Basın özgürlüğüne karşı getirilen bütün engellemeleri – Twitter’a, Youtube’a getirilen yasakları – muhalifliği ve muhalifliğin ifade edilebileceği ortamları kısıtlama çabası olarak görebiliriz.”

Geçtiğimiz bahar aylarında yaşanan başka bir olaya dönecek olursak, yüksek mevkide bulunan hükümet mensupları arasında geçen bir diyaloğun sızdırılmasının ardından, Youtube’a erişim yasağı getirildi. Sizin yazdığınız şekilde bu durum Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde “gücün, politik sistemin merkezinde yoğun bir şekilde toplanmasını engelleyecek denetim ve denge mekanizmalarının”4olmayışının bir örneği olarak yorumlanabilir mi? Bir internet sitesini bu şekilde yasaklayabilme gücü bu denetim ve denge mekanizmalarının yokluğuna mı delalettir?

Kesinlikle. Basın özgürlüğüne karşı getirilen bütün engellemeleri – Twitter’a, Youtube’a getirilen yasakları – muhalifliği ve muhalifliğin ifade edilebileceği ortamları kısıtlama çabası olarak görebiliriz.  Bu yasaklamalar, aynı şekilde Gezi Parkı protestolarından duyulan korkuları ve çoğunluk partisinin azınlığa karşı zayıf görünmesi durumunda, bugüne kadar elde edilmiş olunan kazanımları kaybedeceği korkusunu da yansıtıyordu. Aynı zamanda, bu tarz yasaklamalar Erdoğan’ın çoğunlukçu demokrasi anlayışını da yansıtıyordu ki bu da; ‘eğer seçimleri kazanırsam, çoğunluğu elde edersem istediğimi yaparım’ anlayışıdır. Böyle bir anlayışta da azınlık (parçalara ayrılmış olarak diğer yüzde 50’lik kısım oluyor) ya çoğunluğun bir parçası olacak ya da bu süreçten tamamen dışlanacak. Bu nedenle, bir sebep eski elitlerin geri dönebileceği korkusu iken, bir diğeri de, kendi kitlesine gücün, yönetme yetkisinin elinde olduğunu, olumsuz bir eleştiri olduğu takdirde, bu eleştiriyi de yönetme becerisine sahip olduğunu gösterme çabasıdır.Bana şaşırtıcı gelen ise dış eleştirilerin etkisini yitirmiş oluşuydu ve AB ile A.B.D.’nin Türkiye üzerinde sahip oldukları yumuşak gücün zayıflamasıydı. Son dönemde yapılan eleştirilerde bir artış ve uluslararası imajımızda bir bozulma var; fakat bu politik değişimleri beraberinde getirmiyor. Erdoğan çoğunluğa sahip oluşuna güvenerek, bu eleştirileri Türkiye’nin giderek güçlenişine ve dış güçlerin bunu kabullenememesine bağlayabiliyor. İnandıkları görüş, giderek güçlenen ve daha aktif bir rol oynayan Türkiye’yi Batı ülkelerinin istemediği ve kabullenemediğidir. Bu mantık AKP’nin muhafazakar seçmen kitlesini ikna edebiliyor. Ekonomi iyi gittikçe, AKP’ye hem ekonomik faydalar nedeniyle hem de AKP’yi kimliklerinin temsilcisi olarak gördükleri için AKP’ye destek veren geniş kitleler oldukça, AB’nin eleştirileri etkili olamayacaktır. Buna bir de ekonomik ve kimlik krizi kıskacında bulunan AB’nin sunduğu üyelik perspektifinin neredeyse tamamen kaybolduğunu eklersek, dış eleştirilerin etkisinin daha da azaldığını görürüz. AB, artık Türkiye için çekici bir model sunmuyor. Öte yandan dış etkenlerin iç politikaya yansıma biçimleri de ilginç bir unsur. Suriye meselesinden bahsettik ve bununla beraber Kırım olayı ve Rus işgali var. Buralarda gördüğümüz durum neydi? Batı bir müdahalede bulunabildi mi? AB bu gelişmelere dair bir şey yapabildi mi? Yunanistan’daki ekonomik kriz, aşırı sağ partilerin yükselişi, Avrupa’daki islamofobi, bütün bu unsurları bir arada düşündüğümüzde, AB’nin Türkiye üzerindeki yumuşak güç unsurunun gittikçe sınırlanmasının sebeplerini anlayabiliriz. Öncelikli olarak, AB üyeliği gerçekleşebilir durmuyor. Bu nedenle de şu müktesebatı açalım bu müktesebatı açalım diyemiyorlar. Öyle bir durum, üyeliğe doğru bir ivme kazandırabilir. 2000’lerin başında, AB’ye üyelik her ne kadar çok önemli olsa da, bugün bu perspektifin azalmasına bağlı olarak, Batı yanlısı, seküler ve liberal kesim dahi AB’ye olan ilgisini kaybetti. Ayrıca, AB’nin kendisi de artık ilgi çekici bir model sunmuyor. Bütün bu nedenlerle de, AB’nin Türk siyasetine etkide bulunmak için kullanabileceği koz oldukça sınırlı. A.B.D.’ye bakacak olursak, stratejik ilişkilerimiz onlarla daha önemli duruyor. A.B.D., her zaman, Türkiye’nin AB üyeliği için güçlü bir destekçisi olmuştur ve AB’den farklı olarak bunun için de hiçbir demokratik önkoşulu gerekli görmemiştir. Daha demokratik bir Türkiye’yi tercih edecektir elbette, fakat yine de AB koşulunu, Türkiye’ye bir ön koşul olarak sunmaz.Söylemeye çalıştığım Türkiye kendisini bölgesindeki diğer ülkelerden farklı kılarak daha önemli bir rol oynayabilir. İronik olan da, bir Orta Doğu ülkesi şekline bürünürseniz, Batı’dan uzaklaştığınız için bu sefer de bir rol modeli olarak bölgedeki yetkinliğiniz zarar görür. Otoriterleşmeye devam ettikçe ve düşük büyüme sergileyen bir ekonomi şekline büründükçe yumuşak güç olarak etkinliğiniz azalır. Kişisel olarak inancım, Türkiye’nin bölgede yönlendirici ve egemen olan lider bir ülke olarak değil de, uysal bir bölgesel oyuncu olarak yansıtabileceği bir güç potansiyeli var. Ne yazık ki şu anda gördüğümüz durum, Türkiye’nin bu potansiyelini yitirmeye başladığıdır.

“En iyi senaryo, parlamenter sistem içerisinde, Başbakan Erdoğan cumhurbaşkanı olduğunda, bir parti lideri olarak değil de, daha kısıtlı yetkilerle bütün ülkenin lideri olarak hareket etmesi olur. Bu senaryoda değişecek parti yönetimini uzaktan kontrol etmesi oldukça zorlaşır ve bu da Türkiye’nin siyasi iklimini daha açık, ılımlı ve çoğulcu bir yola sokmak için bir ortam oluşturabilir.”

AB’nin azalan etkisi ile ilgili, ordunun politik bir aktör olarak azalan rolü ile ilgili bence oldukça güçlü bir argüman sundunuz. Buna paralel olarak, “AKP’nin Asya-tipi, ‘küresel bütünleşme’ ve piyasaları çeşitlendirme odaklı bir küreselleşme sürecini benimsemiş oluşu halen daha ön planda. Benimsenen bu model, AKP’nin kabul ettiği ve yansıttığı minimal demokrasi anlayışı ile tamamlanıyor.”5 Bu noktadan hareketle, ekonomik büyümeyi ön planda tutmaya devam ederek daha hızlı ilerleyen bir demokratikleşme sürecine dönüş yapılabilir mi?

Bu konuda gerçekten daha umutlu olmak isterim. Tabii, geri dönmeler ve U-dönüşleri her zaman olasıdır. Bu nedenle, şu an yaşananları ulaşılmış en son denge noktası olarak değerlendirmeyelim; fakat bir on yıl öncesi ile karşılaştırdığımızda, bu yönde değişime pek uygun olmayan bir dış ortam görüyoruz. Değişim, demokratikleşme ve demokratikleşmenin geriye gidişini engelleme için istek toplumsal kaynaklı olmalıdır. Gezi’yi demokratikleşmedeki geriye gidişi durdurma çabası olarak da görebiliriz… Ancak, bunlar kurulu parti politikaları üzerinde etkili olup ulusal politik dengeyi etkileyebilecek noktaya gelmez ise tesirleri sınırlı olacaktır. İhtiyacımız olan CHP gibi partilerin daha güçlü ve daha yapıcı muhalefet sunması. Mesela, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilişi CHP tarafından toplumun daha geniş katmanlarına ulaşmak için atılmış yaratıcı bir adımdır. CHP eskiden beri olduğu gibi sadece sekülerlerin partisi olarak kalmayıp tabanını genişletmek için çalışmalıdır, aksi halde seçim kazanacak konuma gelemez. Değineceğim bir nokta bu. İkinci nokta ise AKP içerisindeki muhalefettir. AKP’de de daha liberal, ılımlı isimler var ve eğer olur da bunlar parti içerisinde daha fazla politik güç elde edebilirse, AKP de 2000’lerin başındaki durumuna geri dönebilir. Politik değişimi başarabilmek için açık olan yollar var. Dış güçlerin etkisinin bu kadar azaldığı bir dönemde ise bu değişim isteği toplumsal temele sahip olmalıdır. Öte yandan, itibarın da çok önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. Görüldüğü üzere Türkiye’de liderler ve siyasetçiler ülkenin uluslararası ortamdaki itibarına oldukça önem veriyorlar. Bu nedenle, eğer ki yerel siyaset aracılığıyla, muhalefet tarafından ya da iktidar partisinden temelini alan bir siyasi hareket var ise, uluslararası eleştirilerin bir etkisi olabilir. Bu çerçeveden bakınca 2014 yazından sonra yaşanabilecekler daha ilginç bir hal alıyor. Spekülatif olacak fakat Erdoğan cumhurbaşkanı olunca ne tür bir cumhurbaşkanlığı sistemi olacak?En iyi senaryo, parlamenter sistem içerisinde, Erdoğan cumhurbaşkanı olduğunda, bir parti lideri olarak değil de, daha kısıtlı yetkilerle bütün ülkenin lideri olarak hareket etmesi olur. Bu senaryoda, değişecek parti yönetimini uzaktan kontrol etmesi oldukça zorlaşır ve bu da Türkiye’nin siyasi iklimini daha açık, ılımlı ve çoğulcu bir yola sokmak için bir ortam oluşturabilir. Bu iyi niyetli senaryo da bizi 2000’lerin başındaki ortama geri getirebilir. Alternatif bir senaryoda, Erdoğan’ın parti üzerinde tuttuğu kontrol sayesinde anayasayı değiştirmesi ve Putin ile Rusya’da gördüğümüz tarzda bir başkanlık sistemini Türkiye’de hayata geçirmesi olur. Bu, Türkiye için tehlikeli olabilecek bir senaryodur. Ekonomik ve politik gücün daha da merkezde toplanması anlamına gelebilir. Böyle bir durum da, ister merkez sağda olsun ister merkez solda, hiçbir liberalin isteyeceği senaryo olamaz. Bu iki senaryo arasında, umarım ilki gerçekleşir. En azından kısa dönemde gerçekleşecek olan ilk senaryodur. Sonuçta, Erdoğan anayasayı değiştirme yetkisini yakın gelecekte elinde bulunduramayacak. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçildiği ülke parlamento geleneği olan bir ülkedir. Bu da yetkileri daha kısıtlı bir cumhurbaşkanlığı anlamına geliyor. Bazıları 1982 anayasasının cumhurbaşkanına verdiği çeşitli güçleri göstererek Erdoğan’ın kendisine tanınmış olan bütün yetkisini kullanabileceğini söylüyor. Ahmet Necdet Sezer, Abdullah Gül gibi eski cumhurbaşkanlarımız bu yetkileri kullanmadılar. Bu nedenle makamlarını daha uzlaşmacı bir şekilde kullandılar. Bana göre, geçen seneye kadar Gül örnek bir cumhurbaşkanlığı yaptı. Kendisinin cumhurbaşkanlığı konusunda oldukça olumlu görüşlerim vardı, ancak 2013’ten beri sergilediği duruş benim için hayal kırıklığı oldu. Sonuç olarak, beklenen yol, parlamenter sistem devam edecek dahi olsa, Erdoğan’ın parti kontrolünü de sürdürmesi ve veto gücünü Gül’den daha sık kullanarak cumhurbaşkanlığı yapmasıdır; fakat bunu 80’li yılların sonlarında ve 90’lı yıllarında başlarında Özal da yapmaya çalışmıştı. Cumhurbaşkanlığının yanında partinin de başına emanetçi bir başbakanı – Yıldırım Akbulut’u – koymuştu; ancak, gördüğümüz bunun işe yaramadığıydı. Öte yandan ise, Özal’ın Erdoğan’dan farklı olduğunu ve 80’li yılların sonlarındaki Anavatan Partisi’nin (ANAP) bugünün AKP’sinden farklı olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, ANAP’ın o dönemlerde güç kaybetmekte olduğunu ve Özal’ın cumhurbaşkanı oluşunun ardından, 1991 yılındaki genel seçimlerini ANAP’ın kaybettiğini belirtmeliyiz. Şimdiki durum ise, Erdoğan cumhurbaşkanlığı mevkisine geçerken, AKP’nin oy oranı hala yüzde 45’ler seviyesinde. Bu durum ANAP’ın bulunduğu siyasi ortamdan oldukça farklı bir durum.

Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı fikrine belki de en büyük etkenin 2014 Mart yerel seçimlerindeki sonuçları olduğunu ve bu bakış açısını da irdelememiz gerektiğini düşünüyorum. Aslında, kısaca söz ettik, fakat AKP’nin oyların önemli birçoğunu alarak bir anlamda güç gösterisi yaptığı bu seçimlere dair analizinizi merak ediyorum.

Seçimlere dair yapabileceğimiz önemli çıkarımlardan birisi yolsuzluk iddialarının ne Erdoğan’a ne de AKP’ye olan desteği etkilememiş olduğudur.

“AKP ekonomik büyümeyi sürdürdüğü sürece (bu büyümenin sürdürülebilirliği konusunda problemler mevcut) ve ortalama vatandaş ile şirketler bundan yarar sağlayabildiği sürece yolsuzluk iddiaları işe yarayacakmış gibi durmuyor.”

Sizce niçin böyle oldu?

Türkiye siyasi yaşamının önceki örneklerinin de ortaya koyduğu gibi, siyasi arenada, güçlü bir ekonomik ivme kazandırmış, sunulan devlet hizmetlerini arttırmış, kişilere ve şirketlere getiri sağlayan büyüme ortamını oluşturabilmiş bir parti varsa, başkalarının sizden daha çok kazanmış oluşu ya da yolsuzluk iddiaları tutmuyor. Toplumun düşünce yapısına göre, kazançların bu kadar yüksek olduğu bir ortamda, insanların bu kazançları kötüye kullanmasından doğan zararlar da olabiliyor. Türkiye’de yolsuzluklar ekonomik krizle beraber ortaya çıktığında cezalandırılır. 2000-2001 ekonomik krizi esnasında banka iflaslarının, yanı sıra bunlarla bağlantılı yolsuzluk skandalları da ortaya çıkmıştı. Bunun sonucunda da 2002 seçimlerinde koalisyon üyesi partiler şiddetli bir şekilde cezalandırılmıştı. Bu durum da AKP’nin önünü açmıştı; fakat AKP ekonomik büyümeyi sürdürdüğü sürece (bu büyümenin sürdürülebilirliği konusunda problemler mevcut) ve ortalama vatandaş ile şirketler bundan yarar sağlayabildiği sürece yolsuzluk iddiaları işe yarayacakmış gibi durmuyor. İkinci olarak, dışarıya kapalı gruplarda, eğer ki iddialar sizin grubunuzdan birine yönlendirilmişse, siz bunu ailenizden biri suçlanmış gibi görürsünüz ve bu durumu cezalandırmak için bir girişimde bulunmazsınız çünkü ailenizden birini cezalandırmak istemezsiniz. Eğer bu iddialar karşı taraftan birilerini hedef alsaydı, bu sefer de çok hassas davranırdınız. Örneğin, yolsuzluk skandalı CHP mensuplarını hedef alıyor olsaydı, o zaman çok farklı bir tepki olabilirdi. Bu tarzdaki grup psikolojisi çok etkileyicidir. “Bu insanlar bizim tarafımızdan, bizim insanımız” gibi söylemler, Türkiye’nin seküler/dindar ayrımındaki kimlik bağlılıklarını yansıtıyorlar.  Ayrıca, başbakanın bu iddiaları Gülen cemaatine ve onlarla verdiği güç mücadelesine bağlayarak çok başarılı bir propaganda gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Bu nedenle de, halkın kafasında bu iddiaların gerçek olup olmadığına dair soru işaretleri oluştu; fakat bana kalırsa, bu öncelikli sebep değildir. İki önemli sebep var; bir ekonomik büyümenin sürmesi, ikincisi ise parti bizim partimiz olmaya devam ettiği müddetçe destek fikri. Ayrıca, AKP’yi ya da Erdoğan’ı cezalandırmanın zararları da var. Öyle bir durumda yerlerine kim gelecek? Muhalefet. Muhalefet eski günlere geri dönüş demek ve bu da dindar/muhafazakar kesimin kazanımlarını baltalayabilir.  Bu noktadan bakınca Batılılar için bu kadar ciddi yolsuzluk iddialarına rağmen, bir partinin popülaritesini bu derece koruyabilmesi oldukça ilginç geliyor. Bunu söylerken, bu popülaritenin bir düşüş eğrisinde olduğunu da belirtmeliyiz; 2011’de yüzde 50 civarındayken, iki buçuk sene sonra bu oran yüzde 43-44 seviyelerine geriledi. Bu durum, AKP’nin liberal ve merkez soldan bugüne kadar alabildiği oylar ile Gülen cemaati mensuplarının oylarını kaybettiğini gösteriyor. Bu aynı şekilde,  bu grupların, Türkiye’nin siyasi yaşamında, AKP’nin baskınyapısını sarsabilecek bir ağırlıklarının olmadığını da gösterdi.

2011 seçimlerinin hemen ardından, 2012 yılında “Türkiye tek bir partinin baskın olduğu bir sisteme doğru hareket ediyor olabilir” diye yazmıştınız.6 Bu, şu yönden ilginç ki 2014 yerel seçimlerini bu söylemin bir kanıtı olarak görebiliriz. Fakat, aynı şekilde az önce de belirttiğiniz gibi oy oranındaki kısmi azalmayı düşünürsek baskın partinin güç kaybettiğini de söyleyebiliriz.

Oldukça doğru. Bir çeşit arada olduğumuzu söyleyebiliriz sanırım. İki yıl öncesinde, yorumcular, tek bir partinin hegemonyasına doğru ilerlediğimiz konusunda kendilerinden  oldukça emin yazılar yazabiliyorlardı; fakat, şimdi baktığımızda bu kadar emin olabileceğimizi düşünmüyorum. Kısa dönemde,  AKP’nin hakimiyeti devam edecektir. Uzun dönemde ise ayrışmalar görebiliriz. Burada üzerinde durmak istediğim konu tek parti hakimiyetinde olan bir sistem değil, çünkü tek parti hakimiyeti de sizi ileri demokrasiye götürebilir. Sosyal demokratların uzun yıllardır iktidarda olduğu İsveç, bunun güzel bir örneğidir. Japonya’daki Liberal Demokratik Parti de bunun başka bir örneğidir. Burada bahsetmek istediğim asıl problem güçler ayrılığına, denetim ve denge mekanizmalarına olan ihtiyaçtır. Eğer ki bu dengelerin partiler arasında, parti içerisinde ya da yürütme ile yargı arasında zayıf olduğu bir sistem varsa ve böyle bir durumda tek bir partinin baskın olduğu bir sistemden bahsediyorsak, bütün sistem aksamış demektir. Bu otoriterliğe giden bir yol demektir. Tehlike buradadır. Türkiye’de denetim ve denge mekanizmalarını daha da arttırma yolundaki en büyük engel yüzde 10 olan seçim barajıdır. Bu oldukça kötü şöhreti de olan bir engellemedir. Dünyada en yüksek seçim barajına sahip ülkeyiz. Sanırım Rusya yüzde 7’lik bir barajla ikinci sırada. Yüzde 10 barajı partilerin kendi içlerindeki çekişmeyi de engellediği için büyük bir engellemedir. Örnek olarak, CHP’ye bakacak olursak liberal olanlar, Kemalist olanlar ya da daha seküler olanlar olarak ayrışmalar yaşayabilecek bir parti görürüz aslında. AKP içerisinde ise daha muhafazakar/dindar ve merkez-sağ, liberal olarak ayrılmalar yaşanabilirdi. Ancak parti mensupları böyle bir risk alıp parti liderine karşı eleştirel bir tutum gösteremiyorlar çünkü böyle bir tutumun onların partiden uzaklaştırılmalarına neden olabileceğini biliyorlar. Yeni bir parti kurduğun takdirde, başarılı olamazsın çünkü bilirsin ki yüzde 4-5 oy oranını geçemezsin. Bu da partilerinin, kendilerinin siyasi arenadan silinmesi demek olur. Bu nedenle de bu tarz kurumsal kısıtlamalar, partilerdeki liderin önemini vurgulamaya yarar. Bu doğrultuda bunu sadece bir kısıtlama olarak değil; fakat daha çoğulcu bir parti sisteminin oluşması konusunda da büyük bir engel olarak görüyorum. Bugünkü gündemde CHP barajın varlığını eleştiriyor, ancak bunu değiştirebilecek güce sahip değiller. AKP liderleri kuruluşlarının ilk dönemlerinde barajı düşürmeyi istediklerini belirtmişti; fakat bugünkü ortamda gündemlerinde bu yok gibi gözüküyor.

“Kısa vadede AKP’nin hakimiyeti devam edecektir. Uzun vadede ise ayrışmalar görebiliriz.”

Bu yılın en trajik olayı Soma maden faciası oldu. Bu facia Türk ekonomi politiğinin geniş çaplı sorunlarının bir simgesi olarak da görüldü. Siz buna katılıyor musunuz? Sizce de, Soma bir madende gerçekleşen trajediden ziyade Türkiye’deki daha büyük sorunları mı yansıtıyor?

Bence Soma, az önce bahsettiğim, AKP’nin kapsayıcı ve dışlayıcı iki farklı yüzünü yansıtan bir olaydı. Soma olayı, AKP’nin dışlayıcı, ya da diğer bir deyişle daha neoliberal olan yüzünü yansıtıyordu. Konu işçi haklarına, iş yeri güvenliğine, çalışan sorunlarına gelince, bu noktaların AKP’nin hassas olduğu konular olmadığını görüyoruz. Bu nedenle, Soma, Türkiye’de işçi hakları ve işçi güvenliği gibi ciddi problemlere karşı gösterilen vurdumduymazlığın bir örneği oldu. Burada da ilginç bir çelişki görüyoruz. Daha eleştirel yaklaşanların eşitsizlik, işçi haklarının noksanlığı ve işçi güvenliği konusunda bulunan eksiklikleri göstererek, AKP’nin dışlayıcı yüzüne odaklandığını görüyoruz. Daha iyimser olanların ise yoksulluğun azalmasına, devlet hizmetlerine ve ulaşımdaki gelişmelere odaklanarak, AKP’nin toplumsal kapsayıcı yüzüne dikkat çektiklerini görüyoruz. Önceden, Malatya’dan İstanbul’a 20 saatlik bir yolculuk yapması gerekenler şimdi bunu düşük ücretle uçarak daha kısa sürede gerçekleştirebiliyor. Daha dengeli bir yaklaşım ise AKP’nin iki yüzüne de bakmayı gerektirir. Türkiye’de çok az kişi bunu yapıyor. Birçok gazeteci, araştırmacı, bilim adamı ya tamamen AKP’ye eleştirel yaklaşıyor ya da hiçbir hata payı vermeden yüzde 100’lük bir destekle AKP’yi savunuyor; fakat bugüne kadarki AKP hikayesinde hem kapsayıcı ve hem dışlayıcı örnekler bulunuyor. Soma olayı da AKP’nin dışlayıcı yüzüne dair akla gelen en iyi örnek oluyor. AKP’nin bu konudaki savunması yasanın çok yeni olmasıdır. İşçi güvenliği konusunda, işyeri ortamının iyileştirilmesi konusunda oluşturulan yasalar daha çok yeni. Tabii bu da daha geniş bir problemi yansıtıyor. Görüyoruz ki yasaları geçirmek yeterli değil. Bu başka birçok ülkede de ciddi bir sorun. Yasayı uygulamazsanız, onu geçirmenin pek bir anlamı kalmıyor. Yasayı uygulamaya geçirmek oldukça önemli.

“Irak ve Suriye’de giderek artan bölünme beklenen bir durumdu; fakat uç hareketlerin bu denli yükselişini kimse beklemiyordu.”

Son olarak, Türkiye’nin çevresinde karşılaştığımız en son kriz Irak’ta ortaya çıktı. Bu kriz de aslında bizi başladığımız noktaya, Orta Doğu’daki uluslararası ilişkilerin Türkiye’yi etkilemesine getiriyor. Özellikle Türkiye’deki akademisyenler, araştırmacılar ve siyaset bilimciler bu krizin gelişini görebilmiş miydi? 2012’de “Irak aşırı derecede kırılgan ve mezhepsel çatışma ve ayrışmalara fazlasıyla yatkın görünüyor”7 diye yazmıştınız. Bu kriz uzmanların gelişini fark ettiği bir kriz mi oldu?

Özellikle Kürdistan bölgesinin artan otonomisi ve de facto bağımsızlığını fark edenler Irak’ın parçalanmaya gittiğini görmüşlerdi. Türk siyaseti de Kürdistan bölgesinin otonomik yapısını giderek artan bir şekilde tanımaya başladı. Ve hatta son dönemlerde, bölgesel yönetimle doğrudan ilişkilere de başlanmıştı. Benim görüşüm, bu politikanın sürdürülen barış görüşmelerinin bir parçası olduğudur. Irak Kürdistan’ı ile kurulan politik ilişkiler ve sürdürülen barış görüşmelerine paralel süreçler – Türkiye’nin Kürt sorununu zapt etmeye çalışırken, aynı zamanda bölgenin petrol kaynaklarından da ekonomik çıkar elde etme çabasıdır. Bu durum, Türkiye ile A.B.D.’nin arasını da açan bir durum oldu. 1990’larda Türkiye, Irak’ın kuzeyine sağlanan destek sebebiyle Irak’ın bölünmesine sebep olunabileceğini belirtip eleştirilerde bulunurken, bugün Kuzey Irak’la kurduğu doğrudan ilişkilerin bu sonucu doğurabileceğini iddia eden A.B.D., Türkiye’yi eleştiriyor. Ayrıca, Irak Kurdistan’ı ile doğrudan ilişkiler kurulurken aradan çıkarılan Bağdat yönetimi de Türkiye’yi sıklıkla eleştiriyor. Örneğin, Davutoğlu Bağdat’ın izni olmadan Erbil’e uçmuş ve bu durum da karışıklığa sebep olmuştu. Irak ve Suriye’de giderek artan bölünme beklenen bir durumdu; fakat uç hareketlerin bu denli yükselişi kimse beklemiyordu. Sonuç olarak, son dönemde yaşanan olaylar, bölgedeki parçalanmanın ve istikrarsızlığın daha hızlı bir şekilde gerçekleşmesine sebep oldu.  Şu anki gelişmeleri örneğin,  2012 yılında, tahmin etmek çok zordu. Bu durum da yaşanan gelişmelere karşı bir politika oluşturulabilmesini oldukça zorlaştırıyor. Bu dediklerimi en başta söylediklerime bağlayabiliriz. Bu derecede dengesiz bir ortamda, tek yönlü ve aşırı aktif bir siyasetin uygulanabilecek en kötü siyasi politika olduğu sonucuna varabiliriz.

Aynı şekilde “İran’ın bölgeye karşı artan ilgisini yansıtan bir biçimde Şiilerin güçlenmesini ve buna karşı Türkiye’yi Sünnilerin liderliği rolüne bürünmemesi”8konusunda uyarmıştınız. Şimdi ise Sünni militanların saldıran taraf olduğunu ve bunlara karşı, İran ile Türkiye’nin aynı tarafta saf tuttuğunu görüyoruz.

Yapılması gereken – Türkiye’nin yaptığı – Sünnilerin artan militanlaşmasına olabildiğince karşı olmaktır. Sırf olayları gerçekleştirenler Sünni diye Türkiye böyle bir eylemi hoş karşılayamaz, buna izin verilemez. İran’la bu konuda sağlanan işbirliği, Türkiye ve İran’ın mezhepsel çatışmanın iki farklı ucunda olduğu görüşünü ortadan kaldırabilmek için de atılmış güzel bir adımdır. AKP’nin Sünnilik yanlısı olduğu ve halen Alevilerin hakları konusunda sorunlar yaşandığı ortada. Bunlara rağmen, benim teorim  – genelgeçer bir kabul görmese de – AKP’nin ve Davutoğlu’nun dış politika vizyonunun İslam dünyasında önemli bir aktör olma isteğidir. 2000’li yıllarda, İran ile ilişkileri düşündüğümüzde amacın Sünnilerin liderliğini yapmak olmadığını, fakat Müslüman dünyayı daha birleşmiş ve güçlü bir blok olarak ortaya çıkarma olduğunu görüyoruz. Batı ile girilmiş olan dinlerarası diyalog ile de Müslüman dünyası tek bir blok olarak ortaya sunulmaya çalışılmıştır. Ancak, bu Müslüman bloğu birleştirme hedefinde, Esad’ın yönetiminin Şii kökenli olmasından ve Türkiye’nin Suriye konusuna daha fazla müdahil olması ve muhalif güçlere desteğini arttırmasından dolayı,  Türkiye sanki, Şiilere karşı Sünnileri destekliyormuş gibi bir algı oluştu. Türkiye’nin gerçekte karşı olduğu ise Esad rejimiydi ve beklentisi Suriye’nin otoriter bir sistemden daha açık bir politik yapıya geçmesiydi. Sergilenen davranış Esad’a karşı olmaktan kaynaklanmıyordu. Sonuçta, Arap Baharı öncesi dönemde Esad’la olan ilişkiler oldukça iyiydi. Suriye’ye dair geliştirilmiş olan Türk dış politikasını, Suriye’deki Sünni ayaklanmayı desteklemek olarak okumayı Türk dış politikasını fazlasıyla basite indirgemek olarak yorumlarım. Olayların arka planına baktığımızda, özellikle Erdoğan’ın konuşmalarında Sünnileri yeğlediğini fark ediyoruz; fakat bu kavgada bir taraf tutmanın AKP’nin niyeti olduğunu düşünmüyorum. AKP’nin niyeti herhangi bir mezhebin savunuculuğunu yapmaktan ziyade, bölgede lider rolü oynamaktı. AKP’nin bölgeyle aşırı ilgili olması radikal grupların oluşmasına neden olacak şekilde algılandı ve bu durum AKP hükümetini bugün içinde bulunduğu uygunsuz duruma soktu. Şu anda AKP hükümeti bu durumun farkında ve bu durumu sertçe eleştirmektedir. Bana kalırsa, bu doğru bir adımdır.

***

© 2014 Research Turkey. Tüm hakları saklıdır. Bu röportaj referans verilmeden basılamaz, çoğaltılamaz veya kopya edilemez.

Röportajı şu şekilde referans vererek kullanabilirsiniz:

Research Turkey (Ağustos, 2014),  “Profesör Ziya Öniş ile Söyleşi: Türkiye’nin Fırtınalı Yılını Anlamak’”, Cilt III, Sayı 8, s.52-77, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (ResearchTurkey), Londra: Research Turkey (http://researchturkey.org/?p=6701&lang=tr)

Sonnotlar

1  Öniş, Ziya. “Turkey and the Arab Revolutions: Boundaries of Regional Power Influence in a Turbulent Middle East.” Mediterranean Politics 19, no. 2 (2014): 13.

2  Öniş, Ziya. “Turkey and the Arab Revolutions: Boundaries of Regional Power Influence in a Turbulent Middle East.” Mediterranean Politics 19, no. 2 (2014): 14.

3  Öniş, Ziya. “The Triumph of Conservative Globalism: The Political Economy of the AKP Era.” Turkish Studies 13, no. 2 (2013): 141.

4  Öniş, Ziya and Mustafa Kutlay. “Rising Powers in a Changing Global Order: the political economy of Turkey in the age of BRICS.” Third World Quarterly 34, no. 8 (September 2013): 1419.

5   Öniş, Ziya. “Sharing Power: Turkey’s Democratization Challenge in the Age of the AKP Hegemony.” Insight Turkey 15, no. 2 (Spring 2013): 114.

6  Öniş, Ziya. “The Triumph of Conservative Globalism: The Political Economy of the AKP Era.” Turkish Studies 13, no. 2 (2013): 136.

7  Öniş, Ziya. “Turkey and the Arab Spring: Between Ethics and Self-Interest.” Insight Turkey 14, no. 3 (2012): 5.

8  Öniş, Ziya. “Turkey and the Arab Spring: Between Ethics and Self-Interest.” Insight Turkey 14, no. 3 (2012): 13.

ResearchTurkey
ResearchTurkey
AnalizTürkiye

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

spot_img

Share post:

Subscribe

Popular

More like this
Related

Türkiye’de Yükselen Finans Kapitalizminin Yorumu

Türkiye, gelişen piyasası ile en iyi pazarlardan birisi olarak...

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı Giriş Türkiye 1980’li yılların...

Uygarlıkların Sınırları: 21. Yüzyılda Türkiye ve Hindistan

Dünyanın iki çok kültürlü ulusu, Türkiye ve Hindistan, ilk...

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik Benzerlikler

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik...