Hüseyin Aygün ile Röportaj: Türkiye’nin Siyasi Dinamikleri: Geçmişin Mirası ve Bugünün Artan Zorlukları – Bölüm II

Date:

Hüseyin Aygün ile Röportaj: Türkiye’nin Siyasi Dinamikleri: Geçmişin Mirası ve Bugünün Artan Zorlukları

Bölüm II

Türkiye’de Devletin ve Hükümetin Siyasi Dinamikleri, Sol Hareketlerdeki Dönüşümler ve Yaşanan Toplumsal Devinimler ve Kıyımlar

Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (Research Turkey) olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Tunceli milletvekili, kendi deyimiyle Dersim milletvekili, avukat ve hukukçu Hüseyin Aygün ile uzun bir röportaj yaptık. Hüseyin Aygün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) seçildiği 2011 yılından itibaren, CHP’nin en çalışkan milletvekillerinden birisi olarak dikkati çekti. Aygün, milletvekili olarak bir yandan seçildiği bölgenin insanlarının sesi ve haklarının, acılarının, taleplerinin sözcüsü olmaya çalışırken, bir yandan da Türkiye’nin her yanında ezilen, haksızlığa uğrayan kişilerin, grupların, sınıfların yanında omuz omuza bir görüntü verdi ve de onların mücadelelerine ortak oldu. Ezilen, mağduriyetlerini haykırmak isteyen kimliklerin –başta kendisinin seçildiği bölgede yoğun olarak yaşayan Aleviler ve Kürtler olmak üzere– yanında oldu.

Söylemleri, –mensubu olduğu siyasi partisi dahil, hangi parti, örgüt ya da grubu rahatsız ederse etsin–, cesurca inandığı mücadelelerin savunucusu olmaya devam etti. Ayten Öztürk, Mehmet Ceren, Mirik kayıpları gibi tarihin karanlık dehlizlerine atılan sayısız işkencede ölümlerin ve faili meçhul cinayetlerin faillerinin ortaya çıkarılması için mücadele verdi. Dersim katliamından askeri darbelere, devletin ve çeşitli derin çetelerin içinde olduğu gizli operasyonlardan yakın dönemde yaşanan devlet zulümlerine kadar tüm karanlık cinayetler, işkenceler ve ayrımcılıklarla yüzleşilmesi için sürekli çalışmalar yaptı. 2011’deki sınır ötesi harekata karşı çıktı, barışın yanında durdu. Tutuklu öğrencilerden Van depremi mağdurlarına, Uludere katliamında ölenlerden Pozantı Cezaevi’nde işkence ve tecavüz mağduru olan çocuklara, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, Odatv gibi yakın dönem siyasi davalarının mağdurlarından çevre ve işçi direnişlerine kadar her kesimden insanların hak ve hukuk mücadelelerine destek verdi. 2013 Gezi Direnişi protestolarında ve öldürülen, yaralanan gençlerin devam eden davalarında yine ön saftaydı. Hüseyin Aygün, aynı zamanda, Dersim 1938 ve Zorunlu İskan, 0.0.1938 Resmiyet ve Hakikat, Dersim 1938 ve Hacı Hıdır Ataç’ın Defteri, Fişlemenin Kısa Tarihi, ve Zazaca yazdığı Eve tarixe ho teri Amaene gibi önemli kitapların da yazarıdır.

Röportajımızın bu ikinci bölümünde Hüseyin Aygün ile devletin en üst makamlarındaki kişilere yönelik suç duyurusunda bulunmasını, savaş suçu iddialarını, Charlie Hebdo saldırısını, Suriye’yi ve siyasal İslam’ı, Kobani’yi, cemaat-Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) çatışmasını, yolsuzluk iddiaları ve sonrasındaki operasyonları, sosyalizmin çözülüşü ve Türkiye’deki sol hareketlerdeki dönüşümü, Gezi direnişini, LGBT hareketini ve tabii Alevileri ve Dersim’i konuştuk.  Bu uzun röportajımızın ikinci bölümünün özetini ve ikinci bölümün de sansürsüz tam metnini aşağıda okuyucularımıza sunuyoruz.

Röportajın Özeti

Suriye’ye giderken Adana’da durdurulan tırlarla ilgili bazı tutanaklar yayınlandı çeşitli web sitelerinde. Bu tutanaklara göre el Kaide’ye Recep Tayyip Erdoğan’ın emriyle Genelkurmay’ın silah transfer ettiğine dair belgeler yayınlandı. Ancak bu iddiaların ve belgelerin üstüne gitmek yerine savcılar ve polis sadece o siteleri kapattı. Buna dair belgelerin sahteliğini iddia eden, inkar eden hiçbir resmi açıklama yapılamadı.

Cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) müsteşarı hakkında suç duyurusunda bulundum. Eğer yargı diye bir şey varsa bu iddiaların üzerine gider, çünkü durum çok vahim. Türk Ceza Kanunu (TCK) başka bir ülkeye karşı asker toplamayı, silah toplamayı çok büyük savaş suçu sayıyor.

Yayınlanan bir belgede, Genelkurmay’ın el Kaide’ye Türkiye’nin envanterinde olan silahlardan vermesi, bu silahların Suriye’deki muhalif gruplara ulaştırılması emrini bizzat Erdoğan’ın verdiği yazılıyordu, bu çok korkunç bir şey.

Mart 2014 tarihinde bir tape yayınlandı ve yetkililer bu tapeyi reddedemediler. O tapede Hakan Fidan bizzat 2000 tır dolusu silahı Suriye’ye gönderdiklerini itiraf ediyor. Yine aynı şekilde, Suriye’ye dört kişi gönderirim, Suriye tarafından Türkiye’ye sekiz füze attırırım ve savaş çıkarırım, diye kendisi söylüyordu. Bu savaş çıkarma suçudur.

Charlie Hebdo saldırıları öncelikle Batılı ülkelerin Suriye’ye karşı izlediği politikanın yanlışlığını bir kez daha gösterdi. İkincisi de terör, benim terörüm, senin terörün, diye ayrılamaz. Şiddete başvuran herkes, bir süre sonra onu doğuran, yaratan ve cepheye süren güçlere de saldırabilir.

Batı radikal İslam’ın, siyasal İslam’ın ortaya çıkmasında büyük günah sahibidir. Çünkü Fransa’da 6 milyon Müslümanın sağlık hakkından eğitim hakkına kadar ne kadar dışlandığını bizzat Fransız basını yazıyor. Böyle karşılıklı problemler var bence.

Kobani’deki direniş Türkiye’nin Rojava politikasını da iflas ettirdi, iflasını hepimize gösterdi. O direnişi ancak selamlayabilirim, başka bir şey diyemiyorum.

Cemaat-Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kavgası rant kavgasıydı, dershaneler üzerinden patladı ve uzlaşmaz bir hal aldı. Polislerin tutuklanmasına, bazı gazetecilerin içeri atılmasına kadar varmış bir durumda, çok şiddetli bir şekle büründü.

17-25 Aralık operasyonlarında yolsuzluklar ve kara para aklamaya dair çok sağlam deliller var, hırsızlık yapıldığı, rüşvetler verildiği apaçık ortada. Bunun hesapsız, yargısız kalması mümkün değil.

Türkiye’de dökülecek her damla kanın sorumlusu başta MİT’tir çünkü Suriye’deki savaşı finanse eden, koordine eden, koronun şefliğini yapan kurum MİT. Türkiye’de patlayacak her bombanın Tayyip Erdoğan’ın bilgisi dahilinde olduğunu artık herkes görüyor.

Ben sol anlayışımı emeğin iktidarı olarak ifade edebilirim. Çalışanların, emek verenlerin, emeğiyle geçinenlerin hükümette olduğu bir rejim hayal ediyorum.

Kapitalizme karşıyım, olmamalı. Kapitalizmin iflas eden bir rejim olduğu ve dünyanın bütün kaynaklarını tükettiği, çevreyi yok ettiği çok açık.

Sosyalizmin de reforma ihtiyacı var. Azınlıklara, değişik inançlara, farklı cinsel yönelim gruplarına karşı daha kapsayıcı ve saygılı bir sosyalizm modeline ihtiyacımız var.

Benim içinde bulunduğum sosyalist hareket devrim olduktan sonra Dersim 38’i konuşuruz, diyerek bu konuda bir şey yapmadı. Zazaca kitap yazdım diye ayıpladılar. Bağlı bulunduğum sosyalist hareketin de kırmızı çizgileri olduğunu düşündüm ve derin bir hesaplaşma yaşadım.

Ezilen kimliklerin, hakları inkar edilen ve baskı altında tutulan kimliklerin haklarını savunduğunuz sürece hiçbir sorun yok kimlik meselesinde. Ancak bu ayrımlar, bu sorunlar çok abartıldığında, toplumun bir arada kalma şansı yok. Bir mahallenin bile bir arada yaşama şansı yok, bırakın bir ülkeyi.

 “Sorum üzerine Emniyet, Ethem’in katili polis Ahmet Şahbaz için yardım kampanyası düzenlediğini doğruladı. Emniyet’in hem Ethem’in öldürülmesine kayıtsız kaldığı hem Ethem’in yaşama hakkını kabul etmediği hem de mahkeme kararıyla ceza alan, en azından artık yarı yarıya suçluluğu bilinen birine sahip çıktığı görülüyor.

Gezi bence bir devrimdir. Devrim diyorum, çok abartıyorum bilerek çünkü bütün düşünüş sistemini yıktı. AKP’nin yenilebileceğini Haziran 2013’te milyonlarca insan deneyimledi.

Birleşik Haziran Hareketi partileşmemeli. Gezi bir hayalet olarak kalırsa, sorunlara müdahale eden, bürosu olmayan, toplumun vicdanını temsil eden bir hareket olması, daha doğru geliyor.

LGBT hareketinin özgürleşmesi ve toplumda kabul görmesi çok önemli ve olumludur. Bazı belediye meclislerine aday olan ve seçilenler oldu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) de bu konuda özgürlükçü bir çizgiye doğru gittiğini görüyorum.

İslamcılar, beş vakit namaz, Cuma namazı, 30 gün oruç diye, şekli bir İslam’ı hep dayatıyorlar. Eğer siyasal İslam bir gün cemevini bir ibadethane olarak kabul ederse, o gün İslam’da çok büyük bir reform olur.

Ben cemevinin tanınmasının İslamcıların kendileriyle yüzleşme, reforme olmaları açısından, asıl onlar yönünden bir şans olarak görüyorum.

Ben bir Alevi açılımı görmüyorum. Şu ana kadar Alevilerin isteklerini içeren bir açılım yok ortada. Sadece hükümet her sıkıştığı anda Alevi açılımı, Romen açılımı diye balans ayarları yapıyor.

 “Dokuz yaşındaki çocukları cinsel bir obje olarak görüyorlar ve onların türbanlı olması gerektiğini söylüyorlar. Dokuz yaşındaki çocuğa böyle bakmak bence sapıklıktır.

 “Dersim için televizyon ekranında yapılan özrü doğru bulmuyorum. Ya bu parlamentoda olmalı ya da cumhurbaşkanının öncülüğünde bir tören olmalı, demokratik bir devlette. Tabii şu an demokratik bir devlet değil, açık bir baskı rejimindeyiz.

Dersimle ilgili yapılması gereken belli, özür dilenmeli ve sonra halka sorulmalı, ne yapalım, diye. Halk karar vermeli buna. Bana göre AKP Dersim’le ilgili daha fazla at oynatamaz.

Ben Dersim için soykırım lafını hiç kullanmadım, buna katliam dedim. Çünkü zor tartışmalar bunlar, soykırım siyasileşmiş bir diskur. Ben bitmeyen polemiklerden değil, çözümden yanayım.

Dersim toplumu tarım toplumudur, ortakçıdır, 50 yıl evvel en zengininin birkaç yüz koyunu vardı. Siyasette de bu böyledir. Türkiye Komünist Partisi (TKP), CHP, AKP ve Halkların Demokrasi Partisi’ne (HDP) oy veren sosyolojik olarak aynıdır. Halk komünisttir. AKP çıkamıyor yıllardır işte. Orası Dersim’dir.

Röportajın Tam Metni

Türkiye’de Devletin ve Hükümetin Siyasi Dinamikleri, Sol Hareketlerdeki Dönüşümler ve Yaşanan Toplumsal Devinimler ve Kıyımlar

Sohbetimize devam ediyoruz. Siz büyük sermayeden sonra devlete, devletin şu anki kadrolarına da savaş açmış görünüyorsunuz. Çok kritik bir suç duyurusunda bulundunuz. Suriye’ye başta olmak üzere çeşitli ülkelere tırlarla silahlar gönderilmesi ile ilgili olarak cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) müsteşarı hakkında suç duyurusunda bulunduğunuzu okuduk. Oradaki iddialarınız neler, neden böyle bir suç duyurusunda bulundunuz?

Evet, cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı ve MİT müsteşarı hakkında suç duyurunda bulundum. Şimdi, Suriye’ye giderken Adana’da durdurulan tırlarla ilgili bazı tutanaklar yayınlandı çeşitli web sitelerinde. Bu tutanaklara göre el Kaide’ye Erdoğan’ın emriyle Genelkurmay’ın silah transfer ettiğine dair belgeler yayınlandı, ancak bu iddiaların ve belgelerin üstüne gitmek yerine savcılar yoğun bir şekilde müdahalede bulundular ve polis sadece o siteleri kapattı. Buna dair belgelerin sahteliğini iddia eden, inkar eden hiçbir resmi açıklama yapılamadı. Yine Türkiye’nin değişen hızlı gündemi içerisinde halının altına süpürüldü. Daha evvelden de sarin gazıyla ilgili çok ağır iddialar gündeme gelmişti, özellikle Amerikan basınında, Türkiye’deki devlet organları üzerinden gittiğine dair. O zaman da suç duyurusunda bulundum, soykırım yapılıyor, diye. Yaptığım şey tümüyle Türkiye’de milyonlarca insanın bildiği, inandığı bir gerçeğin, yargı tarafından araştırılmasını istemekten ibaret. Eğer yargı diye bir şey varsa bu iddiaların üzerine gider, çünkü durum çok vahim. Türk Ceza Kanunu (TCK) başka bir ülkeye karşı asker toplamayı, silah toplamayı çok büyük savaş suçu sayıyor. Savaş suçu başlığı altında TCK’de düzenleniyor bu suçlar. Bütün bu iddialar havada uçuşuyor, belgeler, tutanaklar havada uçuyor, ama sadece savcılar açığa alınıyor, müebbet hapis istemiyle davalar açılıyor, ama hiç bu silah transferine, işlenen suçlara dair bir savcı harekete geçmedi, bu çok enteresan. Ben şunun için bu suç duyurularını yapıyorum, şu anki yargı zaten bir şey yapamaz. Kayda geçer dosya oluşur, kaydedilir, ileride bu hükümetten hesap sorulduğunda, Türkiye’de devrimci bir alt üst oluş olduğunda, bu dosyalar bir yerde toplanır ve hepsi yargılanırlar. Bu açıdan önemli buluyorum.

 “Türkiye’de hükümetin savaş suçu işlendiğini gösteren belgeler yayınlandı. Bunlar hiçbir resmi ağızdan yalanlanmadı

Bu yayınlanan belgelerde iddia edilen şeyler içinde en dikkatinizi çeken hangisi oldu?

Örneğin bir belge, genelkurmayın el Kaide’ye Türkiye’nin envanterinde olan silahlardan vermesi, Avrupa’dan getirilecek kimi silahların verilmesine dair Tayyip Erdoğan imzalı bir talimattan bahsediyor. Silahlar sınırlarımızdan öteye, Suriye’ye karşı direnen, muhalefet eden gruplara ulaştırılacaktır diye Erdoğan’ın emir verdiği yazılıyordu belgede, bu çok korkunç bir şey.

Savaş suçu ya da uluslararası terör suçu işlendiği gibi iddialar sıkça dillendirilmeye başlandı. Hukukçu kimliğinizle tam olarak neyin savaş suçu sayıldığını açıklar mısınız? Hangi iddialar doğruysa savaş suçu sayılabilir? Uludere’ye varıncaya kadar pek çok şey savaş suçu sayılır gibi iddialar da ortaya atılıyor, bu konuda da bir bilgi kirliliği oluştu ve meselelerin doğru tartışılması karartılıyor sanki?

Uludere savaş suçu değil, toplu bir katliam olarak cinayet suçu, 34 kişinin tek tek öldürülmesi, yaşam haklarının ellerinden alınması olarak mütalaa edilebilir. Savaş suçu daha çok uluslararası sözleşmelerin yasakladığı kimi araçlarla insanların ölmelerini kolaylaştırmak, öldürülmelerini sağlamak gibi iddiaları içerir. Mesela sarin gazı gönderilmesi bir soykırım veya insanlığa karşı suçtur. Çünkü o gazın bir iç ya da cephe savaşında kullanılması uluslararası sözleşmelerle yasaklandı. Fakat gaz göndermekten ibaret de değil, TCK zaten savaş suçları, soykırım suçları ve insanlığa karşı suçları tarif ediyor, TCK’nın 76. maddesinden itibaren bunlar düzenlenmiştir. O maddelerin birkaç tanesinin birkaç fıkrasının birden fazla ihlali var Erdoğan ve ekibinin yaptıklarında. Mart 2014 tarihinde bir tape yayınlandı ve yetkililer bu tapeyi reddedemediler. O tapede Hakan Fidan bizzat 2000 tır dolusu silahı Suriye’ye gönderdiklerini itiraf ediyor. Yine aynı şekilde, Suriye’ye dört kişi gönderirim, Suriye tarafından Türkiye’ye sekiz füze attırırım ve savaş çıkarırım, diye kendisi söylüyordu. Yani savaş suçunun adını da söylüyordu, savaş çıkarma suçu.

Batı radikal İslam’ın, siyasal İslam’ın ortaya çıkmasında büyük günah sahibidir

Bu son Charlie Hebdo saldırılarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu saldırıların Batı’ya, Türkiye’ye ve Orta Doğu’ya, siyasal İslam’a mesajı neydi sizce?

Öncelikle bu saldırılar Batılı ülkelerin Suriye’ye karşı izlediği politikanın yanlışlığını bir kez daha gösterdi. Çünkü saldırganların kendileri Suriye’den kısa bir süre evvel Paris’e giden, el Kaide’nin Yemen kolu üyeleriydi. Koucahi kardeşlermiş bunlar, Suriye’deki savaş içerisinde yer almışlar, orada bütün bu silahları kullanmayı öğrenmişler. Öncelikle Batı’nın Suriye politikası bence iflas etti. İlk gördüğüm şey bu. İkincisi de terör, benim terörüm, senin terörün, diye ayrılamaz. Şiddete başvuran herkes, bir süre sonra onu doğuran, yaratan ve cepheye süren güçlere de saldırabilir. O yüzden teröre karşı Batı’nın izlediği politikaların yanlışlığını da gösterdi. Hem Suriye hem de terör bazında iki yanlışlık var. Batı da, tabii radikal İslam’ın, siyasal İslam’ın ortaya çıkmasında büyük günah sahibidir. Çünkü Fransa’da altı milyon Müslümanın sağlık hakkından eğitim hakkına kadar ne kadar dışlandığını bizzat Fransız basını yazıyor. Böyle karşılıklı problemler var bence, bunları yeniden görmemizi ve düşünmemizi sağlıyor. Ama tabii bu mesele Ahmet Davutoğlu’nun deyimiyle İslamofobi deyip geçiştirilecek bir mesele de değildir.

 

Batı’nın eleştirdiğiniz Suriye politikası neydi, biraz açar mısınız?

Yani Esad’ı devirmek, Arap Baharı’nı Suriye’de devam ettirmek ve Müslüman kardeşleri iktidar yapmaktı. Onlara göre ılımlı İslam diye bir şey vardı ve ılımlı İslam aracılığıyla da bütün Orta Doğu’yu güzel güzel yöneteceklerdi. Bu arada ekonomik çıkarları da devam edecekti. Ama ılımlı dedikleri bütün İslami hareketler silahlı ve en şiddetli hareketlere dönüşünce, şimdi kendileri sanırım yeni bir muhasebenin eşiğine geldiler.

Türkiye’nin Rojava ve Kobani politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kobani’deki Kürtlere, Ezidilere vs. daha fazla destek olabilir miydi Türkiye?

Kobani’deki direnişi bütün dünya selamlıyor. Gerçi koalisyon güçleri de yoğun bombardımanla Kobani’nin ayakta kalmasına hayati bir katkıda bulundular ama Kobani’dekiler direnerek, savaşarak, bedel ödeyerek  Irak Şam İslam Devleti’ni (IŞİD) durdurdular. Türkiye zaten orada Kobanililere karşı savaşan IŞİD’in müttefiğiydi, Türk subaylarının IŞİD saflarında savaştığı birçok Orta Doğu gazetesinde yazıldı, çizildi. Bu bakımdan Kobani’deki direniş Türkiye’nin Rojava politikasını da iflas ettirdi, iflasını hepimize gösterdi. O direnişi ancak selamlayabilirim, başka bir şey diyemiyorum.

17-25 Aralık operasyonlarında çok sağlam deliller var, hırsızlık yapıldığı, rüşvetler verildiği, apaçık ortada. Bunun hesapsız, yargısız kalması mümkün değil

17 Aralık soruşturmaları, yolsuzluk iddiaları ve şu anda gelinen noktayı nasıl görüyorsunuz? Sizce olanlar hükümete karşı bir darbe miydi? Cemaat-Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) kavgasını nasıl görüyorsunuz?

Cemaat-AKP kavgası rant kavgasıydı, dershaneler üzerinden patladı ve uzlaşmaz bir hal aldı. Polislerin tutuklanmasına, bazı gazetecilerin içeri atılmasına kadar varmış bir durumda, çok şiddetli bir şekle büründü. Fakat 17-25 Aralık operasyonlarında çok sağlam deliller var, hırsızlık yapıldığı, rüşvetler verildiği, 100 milyon, 150 milyon Dolar gibi meblağların alınıp verildiği apaçık ortada. Bunun hesapsız, yargısız kalması mümkün değil. Dosya bugün kapansa bile, er geç açılır. Defter yeniden görülür. Biraz zamana ihtiyaç var.

Siz açıkça yolsuzluk, kara para aklama gibi iddiaları ispatlayan çok yeterli deliller olduğunu görüyor musunuz?

Tabii kesinlikle görüyorum, çünkü bazı dinlemeler mahkeme kararıyla alınmış ve çok açık ifadeler vardı, görüntüler vardı. Bazı deliller hukuksuzdu ama tabii bunların değerlendirmesini yapacak merci zaten yargıdır. Meclis şu anda yargının önüne gitmesini engelliyor bu dosyaların. Yargı bunu bir ele alsın incelesin, aklıyorsa yine yargı aklasın. Oraya bile gitmemesi aslında ne kadar korktuklarını, sağlam deliller olduklarını gösteren başka bir veri bence. 

Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) kanunuyla ilgili yorumlarınız nelerdir? MİT’in örgüt kurma yetkisi alması, ‘makul şüphe’ adı altında herkesi tutuklamanın yolunun açılması… Toplum nereye gidiyor? MİT müsteşarı hiç olmadığı kadar meşhur ve reklamı yapılıyor sanki. Bir kurtarma operasyonu olsa MİT yaptı diye vurgularla veriliyor. Ya da MİT müsteşarı bizzat çıkıp 2015’te bir sürü saldırılar, terör eylemleri beklediklerini açıklayabiliyor. Bunlarla ilgili yorumunuz nedir?

Evet, MİT Başkanı bizzat kendisi Türkiye’de saldırılar olacak dedi. IŞİD’le çalıştıkları, ortak oldukları için bütün hücrelerini biliyorlar ve ne kadar ölümcül bir belayla karşı karşıya olduğumuzu görüyorlar. Zaman zaman böyle açıklamalarla ileride olabilecek şeyleri şimdiden haber verdiklerini, görevlerini yapmış olduklarını sanırım göstermeye çalışıyorlar ama dökülecek her damla kanın sorumlusu başta MİT’tir çünkü Suriye’deki savaşı finanse eden, koordine eden, koronun şefliğini yapan kurum MİT.

Türkiye’de dökülecek her damla kanın sorumlusu MİT ve hükümettir

Halk ne yapacak? Toplumu da öyle bir hale getirdiler ki herkesi sürekli şokluyorlar, kafaları allak bullak ediyorlar. Örneğin, cemaat sözcüsü sayılan birisi çıkıyor ve ‘MİT eylemler yapacak, cemaati yıkacak’ diyor. Daha sonra AK Parti tarafı çıkıyor ve ‘Cemaat eylemler yapacak, bizi yıkacak, bizi yıpratmak için yapacaklar’ diyor. Halk da bunları izliyoruz her gün. Siz nasıl görüyorsunuz?  

Türkiye’de yeniden derin operasyonları devreye sokabilirler ama kendileri çok zarar görürler. Yani Türkiye’de patlayacak her bombanın Tayyip Erdoğan’ın bilgisi dahilinde olduğunu artık herkes görüyor. Dindar kesimler için cemaat tabanı da uyarılarda bulunuyor. Benim tahminim cemaatin silahlı bir aparatı en azından bugüne kadar kanıtlanamadı. Eğer bombalama tipi şeyler yapılırsa sorumlusu hükümet ve onun emrindeki istihbarat örgütüdür. Benim gözümde mesele böyle. Cemaatle ilişkili bir şey söylemek için erken, net bir kanıt yok çünkü.

Bunlar çok önemli iddialar. Sizinle biraz da Türkiye’de solu ve sosyalizmi konuşmak istiyorum. Daha sonra Gezi, Aleviler, çeşitli kimlikler ve Dersim’e dair sorularla devam edeceğiz. Soğuk savaşın bitimiyle birlikte siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Siz hala devrimci misiniz? Kendinizi sosyalist ya da komünist olarak görüyor musunuz? Yoksa sol liberal misiniz? Sosyal demokrat ya da radikal demokrat mısınız? Sizin sol anlayışınız ne? Sol nasıl olmalı sizce?

Ben sol anlayışımı emeğin iktidarı olarak ifade edebilirim. Çalışanların, emek verenlerin, emeğiyle geçinenlerin hükümette olduğu bir rejim hayal ediyorum. O yüzden çok kalın çizgilerle tahayyül ettiğim toplumu çizemem. Fakat sosyalizmin de tanımında çok büyük değişiklikler yapılması gerektiği açık. Sosyalizm teorisi uzun yıllar tek parti kurmak, tek parti diktatörlüğü yürütmek, tek bir sınıfın iktidarı üzerinden devam etti. Bunların da bence 21. yüzyılın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillenmesi gerektiği açık. Azınlıklara, değişik inançlara, farklı cinsel yönelim gruplarına karşı daha kapsayıcı ve saygılı bir sosyalizm modeline ihtiyacımız var. Kapitalizm kötü, siyasal İslam da kötü, ama sosyalizm de bir reforma ihtiyaç duyuyor.

Kapitalizm olmamalı ama sosyalizmin de reforma ihtiyacı var. Azınlıklara, değişik inançlara, farklı cinsel yönelim gruplarına karşı daha kapsayıcı ve saygılı bir sosyalizm modeline ihtiyacımız

Sol, neoliberalizm ve kapitalizmi de toptan eleştirmeli mi yoksa sistem içinde kalıp belli kazanımlar elde etme noktasına mı odaklanmalı? Yoksa onlara tamamen karşı mı durmalı? Önceliklerini nasıl belirlemeli?

Kapitalizme karşıyım zaten, kapitalizm olmamalı, fakat yerine konulacak sistem konusunda biraz esnek olunması lazım diyorum çünkü mevcut deneyim birçok şeyin yanlışlandığını hepimize gösterdi. Kapitalizmin iflas eden bir rejim olduğu ve dünyanın bütün kaynaklarını tükettiği, çevreyi yok ettiği çok açık. Bizim Beşiktaş’ta, Sarıyer’de, Şişli Belediyeleri’nde yaşadığımız şey de aslında kapitalizmin buhranının ürünü olan sorunlardı.

Yeni liberalizmle (neoliberalizm) birlikte kimlik siyaseti çok geliştiği için sormak istiyorum, siz kendinizi Alevi olarak tanımlamaktan çok sosyalist olarak tanımlamayı tercih ettiğinizi söylediniz. Bunun sebebi nedir?

Ezilen kimliklerin, hakları inkar edilen ve baskı altında tutulan kimliklerin haklarını savunduğunuz sürece hiçbir sorun yok, kimlik meselesinde. Bu çok net. Ancak bu ayrımlar, bu sorunlar çok abartıldığında, hep bunun üzerinde konuşulduğunda toplumun bir arada kalma şansı yok. Bir mahallenin bile bir arada yaşama şansı yok, bırakın bir ülkeyi. Bu nedenle kimlik siyasetini hakların savunulması bakımından mantıklı ve gerekli ama çok abartılı olması durumunda, çok tehlikeli görüyorum. O yüzden kendimi emek, sermaye, sınıf gibi kavramlarla ifade etmeyi daha doğru buluyorum. Bir de sadece Aleviler’den sadece Kürtler’den ve sadece ezilenlerden oluşmuş bir mahallede yaşamak da benim hayalim değil ki.

Ulus devletin yarattığı ciddi sorunlar var kimlikler üzerinde, azınlıklar üzerinde. Bunların da tartışılması gerekiyordu. Bir yandan da kimlik siyaseti toplumları paramparça ediyor. Sınıf, emek mücadelesinin öneminden de aşırı abartmadan kimlik siyasetinin gerekliliğinden de bahsediyorsunuz. Ama şu anda Türkiye’deki deneyimde ikisi birlikte yürüyemiyor gibi. Kendisini solda tanımlayan bazı gruplar sadece kimliklere odaklı siyaset yaparken bazıları da sınıf mücadelesinden bahsediyor ve ötekileri kapitalist sisteme entegre olmak ve ona hizmet etmekle suçluyor. Eskiden sosyalizm içinde bu kimlik sorunları çözümlenecek diye inanılırdı ancak sosyalizmin yıkılışı ile bu inanç da fazla rağbet görmüyor artık. Siz nasıl görüyorsunuz bu durumu?

Ben sosyalizmin çözülüşünün bu kimliklerin ortaya çıkmasında belirleyici halka olduğunu düşünüyorum. Sosyalizm yıkıldığı için bütün alt kimlikler canlandı. Bunun olumlu bazı sonuçları da oldu. Diyelim küçücük azınlık gruplarını, onların kültürlerini tanıdı dünya, bu çok iyi bir şey. Ama dünyada ‘biz’ diyebileceğimiz hiçbir şey kalmadı. Avrupa’da bile Müslümanlığı, Hristiyanlığı tartışıyoruz. Almanya’daki büyük partiler içinde bile mesele böyle, din ön planda. Bu çok tehlikeli ve sınıf mücadelesinin de önünü karartıyor. Bizim meselemiz dinlerle, inançlarla değil, bunlar balon meseleler. Aslında, mesele sınıflar arasındaki bir mesele, fakat ezilen sınıfları temsil eden sosyalist hareketler de zamanında bu kimlik mevzularına biraz Fransız kaldılar, bunu da dürüst söyleyelim. Benim içinde bulunduğum sosyalist hareket mesela, devrim olduktan sonra Dersim 38’i konuşuruz, diyordu, belki de bu yüzden hiçbir zaman bu konuda bir şey yapmadı. Ben ayrıntılarıyla bu meseleyi araştırdığımda, bağlı olduğum sosyalist cemaatin ilk tepkisi beni susturmak oldu. Ne yapıyorsun sen, niye bu konuları araştırıyorsun, git fabrika meselelerini çalış, dediler.

Sosyalizm gerçekleşseydi bu sorunlar olmayacaktı iddiası, sosyalizm bu kimliklerin, ezilen, yok sayılan kimliklerin sorunlarını çözecekti iddiası o zaman içi doldurulmamış bir retorikten mi ibaretti?

Evet, bence içi doldurulmamıştır, sadece bu konuda gelişebilecek tepkileri bastırmak amaçlıydı. Sosyalizm gelene kadar bu kimlikler ölebilir, duyarlı bir siyasal hareket bizim mücadelemiz başarıyla ulaşsa da ulaşmasa da bu sorunlar büyük sorunlardır, ‘kadın sorunu, feminizm sorunu, çocuk sorunu, bunların tümünü mücadele ederken de çözmek için taktikler geliştirelim’ demeliydi ama bu iş yapılmadı. Ben mesela, ilk Zazaca yazı yazdığımda gördüğüm ilk tepkilerden biri, ait olduğum siyasal hareketten geldi, sen ne yapıyorsun, bu dili kaç kişi anlıyor, kaç kişi Türkiye’de Zazaca konuşuyor, senin entelektüel yeteneklerin yüksek, bununla mı uğraşacaksın, diye beni ayıpladılar. Dolayısıyla o zaman ilk defa, bağlı bulunduğum sosyalist hareketin de kırmızı çizgileri olduğunu düşündüm ve derin bir hesaplaşma yaşadım. Kopuşum da aslında bununla ilgilidir, sosyalist cemaatten kopuşum. Düşünce olarak kopmadım ama sosyalist hareketten bu nedenle koptum, bu kimlik meselelerinde hiçbir zaman anlayışlı bir şey görmedim, yollar ayrıldı.

 

Gezi bence bir devrimdir. Devrim diyorum, çok abartıyorum bilerek çünkü bütün düşünüş sistemini yıktı

Sosyalizmin çözülüşü ve soldaki değişimleri kişisel hikayenizle de birleştirerek konuştuk, yeniden güncel gelişmelere dönersek, Gezi’yi konuşalım. Ölümleri ve cinayetleri tekrar sormayacağım ama özellikle Ethem ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Meclis başkanlığına, Ethem Sarısülük’ün katili polis Ahmet Şahbaz için Şanlıurfa Emniyet Müdürlüğü’nde maddi yardım kampanyası başlatıldığına dair bir soru önergesi sunmuşsunuz. Onun detaylarıyla ilgili bilgi verebilir misiniz?

Sorum üzerine Emniyet de açıklama yaptı, bu yardım kampanyasını doğruladı. Meslektaş dayanışması, dedi ve Şahbaz’ın yargılanmasının sürdüğünü, ekledi, yani daha kesinleşmedi, suçlu değil, imasında bulundu. Ankara Emniyeti de polis Şahbaz’ın bir kusuru olmadığına dair, idari soruşturmada bir karar verdi. Yani, kendisini savunmuştur, savunma refleksiyle silahını ateşlemiştir, dedi. Bu bakımdan Emniyet’in, hem Ethem’in öldürülmesine kayıtsız kaldığı hem Ethem’in yaşama hakkını kabul etmediği hem de mahkeme kararıyla ceza alan, en azından artık yarı yarıya suçluluğu bilinen birine sahip çıktığı görülüyor. Bu herhangi bir emniyet teşkilatı açısından çok kötü, çünkü böyle bir emniyet teşkilatının toplumda saygınlığı, güvenilirliği zarar görebilir.

Buradan yola çıkarak siz Gezi’yi nasıl görüyorsunuz? Gezi Türkiye’de köklü bir değişim yaratabildi mi?

Tabii, tabii, Gezi bence bir devrimdir. Devrim diyorum, çok abartıyorum bilerek çünkü bütün düşünüş sistemini yıktı. AKP’nin yenilebileceğini Haziran 2013’te milyonlarca insan deneyimledi. Sokağa bizzat emniyetin raporuna göre 13 milyon kişi çıktı ki, çok üstündedir sokağa çıkanlar. Türkiye’nin iki şehri hariç bütün şehirlerinde gösteriler oldu, yani günlük hayattan düşünüşe ve siyasete kadar muazzam etkileri oldu. Sanırım Gezi’yi anlamamız için bir 10-20 yıl kadar beklememiz ve daha sonra neler olabileceğini görmemiz gerekiyor.

Şimdi ki Birleşik Haziran Hareketi gibi hareketlere nasıl bakıyorsunuz?

Çok olumlu buluyorum. Bunu Gezi yarattı zaten, Gezi bütün bu grupları bir araya getirdi. Çok sayıda sol parti ve çevre var içinde. Korkum bu siyaset, seçim sandık hesaplarına eğer fazla ilgi gösterirse, o enerjinin heba olmasıdır.

Twitter’da Birleşik Haziran Hareketi’ne partileşmeme çağrısında bulunmuştunuz. 14 maddelik bir bildiri yayınlamıştınız, Gezi’den sonra neler değişti, neden parti olmama çağrısında bulundunuz?

Türkiye’de 30-40 tane parti var. Onlara yeni bir tanesi daha eklenecek, ama bir hayalet olarak kalırsa, sorunlara müdahale eden, bürosu olmayan, toplumun vicdanını temsil eden, diyelim işte, Charlie Hebdo vurulduğunda gidip, İstanbul’da yürüyüş yapan iki bin kişilik, böyle bir hareket olması daha doğru geliyor. Evvelden partileşme diye hiç kimseye seslenmezdim, parti hak almanın, direnmenin aracıydı, siyaset geleneğimiz içerisinde, ama şu an önermiyorum, çünkü bir sürü sosyalist parti var, güç olamıyorlar, yeni birine gerek yok.

Gezi’nin bir lideri yok, partisi yok, aslında Gezi’ye katılan insanlar pek çok siyasi konuda birbirileriyle anlaşamayabiliyorlar, yani sadece belli değerler ve belli hakları savunma üzerinde anlaşmışlar. Bu bağlamda da mı partileşmemesi gerekir sizce? Gezi’yi Gezi yapan biraz da bu karakteri mi?

Kesinlikle doğru, partileşirse, yani şimdi söyle size izah edeyim: Türkiye Meclisi’ni oluşturduğunda bazı arkadaşlar şöyle eleştiriler yaptılar: Kobani’yi niye vurgulamıyorsunuz, anadilde eğitim niye yok, diye eleştiriler yaptılar. Aslında işte farklı görüşleri içeren bir şey olduğu için, her alana girip bir şey söylemeden yürüyorsun, her alana girip bir şey söylediğinde o alanlarda farklı düşünenler de dışarıda kalıyor. Mesela, Birleşik Haziran, Kobani’yle ilgili bir şey söylemek zorunda değildi, çünkü Kobani hemen hemen IŞİD’den temizlendi. Amerikan, Avrupa ve hatta Fas hava kuvvetleri havadan dövüyor her gün. En azından kontrol altına aldılar IŞİD’in yayılmasını. Kobani’yle ilgili bir şey söylemesine gerek yok. Anadilde eğitim, Birleşik Haziran şu an Türkiye’nin batısında örgütlendiği için ana dilde eğitim şu anda çok acil bir madde değil. Türkiye’nin batısında da Kürtler, Araplar, Zazalar, diğer gruplar yaşıyor ve çoğunluk olduğu, yoğunlaştıkları yerler de var. Buralarda anadilde eğitim yapan okullar da olmalı. Birleşik Haziran bunları söylemeli, ama şiddetli bir gövde olmadığı için temsil ettiği kitle açısından, bu alanlarda şiddetli bir sesle bir şey söylemiyor. Bir şey söylememe, sanırım en geniş kitleyi etraflarında tutmayı sağlıyor.

Gezi’de çok farklı kimlikler daha da görünür oldu. Örneğin, LGBT’liler dikkat çektiler. LGBT hareketinin görünür olması ve Gezi’de toplumsal siyasetin ortasında taraf olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) LGBT’lilere bakış açısı nasıl?

LGBT hareketinin özgürleşmesi ve toplumda kabul görmesi çok önemli ve olumludur. Bazı belediye meclislerine aday olan ve seçilenler oldu. CHP’nin de bu konuda özgürlükçü bir çizgiye doğru gittiğini görüyorum, çünkü Binnaz Toprak, Melda Onur gibi kadın milletvekilleri bu alanda çok da çaba harcadılar. Ben de LGBT’lilerin bir konferansına katıldım, konuşma yaptım falan, bana sorular sordular. Doğrusu Dersim’de ömrünün 40 yılını geçirmiş birisi olarak bu benim yeni tanıştığım bir alan, ama olduğunca özgürlük için CHP’de çaba harcıyorum, uğraşıyorum.

LGBT hakları anayasal güvence altına alınmalı

Kızılay Başkanı’nın LGBT’lilerin kan bağışı yapması konusundaki açıklamaları çok tepki almıştı. Siz LGBT haklarının anayasada güvence altına alınması gerektiğini düşünüyor musunuz?

Hiç kuşkusuz. Bu mesele yüzyıllardır vardır. Yeni yeni konuşuluyor sadece, insanlık daha yeni yeni bunun bir hastalık olmadığını, doğal bir yönelim olduğunu kabul etti. Toplumlar değişiyor, değişime, akla ve bilime yönelik olana ayak uydurmalıyız, benim görüşüm bu. 50 yıl evvel bu konuşulsaydı benimle veya başka biriyle, herhalde bunları söylemezdi. Bunun hani bir hastalık falan olduğunu, tedavi edilmesi gerektiğini, falan söylerdi. Ama bilim bize bunun böyle olmadığını, doğal bir yönelim olduğunu öğretiyor.

Son olarak Aleviler ve Dersim’i de konuşalım. Siz çok çalışmalar yaptınız bu konularda. Öncelikle hükümet Kürt açılımından sonra bir de Alevi açılımı başlatmıştı. Hatta cemevlerinin statüsünün verilmesi tartışılıyordu ama buna yönelik bir gelişme olmadı, siz nasıl değerlendiriyorsunuz Alevi açılımını? Beklentileriniz neler?

Eğer siyasal İslam bir gün cemevini bir ibadethane olarak kabul ederse, o gün siyasal İslam siyasal İslam olmaktan çıkacak. Dolayısıyla bu çok büyük bir reform olur, aslında İslam’da da bir reform olur, çünkü İslamcılar, camide beş vakit namaz, Cuma namazı, 30 gün oruç diye, şekli bir İslam’ı hep dayatıyorlardı. Diyanet işleri başkanlığı da bunu her saat fetvalarıyla dayatıyor topluma. Eğer cemevi ibadethane olursa, İslam’ın birçok ibadethanesi olduğu kabul edilir ve İslam’da da bir yumuşama, reform dönemi başlayabilir. Ben cemevinin tanınmasının İslamcıların kendileriyle yüzleşme, reforme olmaları açısından, asıl onlar yönünden bir şans olarak görüyorum. Çünkü Aleviler zaten cemevine gidiyor, kendi paralarıyla cemevi yapıyorlar, devlet tanımasa bile.

AKP’nin Alevi açılımı yok. Ben cemevinin tanınmasının asıl İslamcıların kendileriyle yüzleşme, reforme olmaları açısından bir şans olarak görüyorum

Bu Alevi açılımının bazılarının dediği gibi bir Sünnileştirme projesi olduğunu düşünüyor musunuz? Böyle bir tehlike var mı?

Ben bir Alevi açılımı görmüyorum. Şu ana kadar Alevilerin isteklerini içeren bir açılım yok ortada. Sadece hükümet her sıkıştığı anda Alevi açılımı, Romen açılımı diye balans ayarları yapıyor. Herhangi bir açılım yok ortada.

Eylül ayında twitter’da türbana hiçbir zaman saygı duymadım hala duymam şeklinde bir açıklama yapmışsınız. Yanlış anlaşıldığınızı düşünüyor musunuz? Türbana karşı görüşleriniz neler?

Hayır, aslında türbanı kastetmedim orada. Türban, türban diye siyasal bir ideolojiyi savunma adına söyleyenleri kastediyordum. Yoksa başörtüsüyle, siyasetin dışında doğal haliyle örtünen, bunu atalarından gören veya inancına göre örtünen kişiyle ilgili hiçbir sıkıntım yok, herkes istediği gibi giyinmeli. Ama bu türban meselesi saygı duyulacak bir mesele değil, işte bunun arkasından Türkiye bu kadar kötü noktalara geldi. Şimdi ilkokul çocuklarının türban takmasını falan tartışıyorlar. Bir zamanlar ne diyorlardı, sadece üniversitedeki 18’ini geçen kendi kararını vermeli, nasıl müdahale ederiz, oysa şimdi ilkokulda türban yasallaştı. Şu anda dokuz yaşındaki çocuğa taktırabiliyorlar. Ve ilkokula türbanla özellikle Anadolu’da giden çok sayıda çocuk var. Açık açık imamlar, diyanet işleri başkanları söylüyorlar. Dokuz yaşındaki çocukları cinsel bir obje olarak görüyorlar ve türbanlı olması gerektiğini söylüyorlar. Dokuz yaşındaki çocuğa böyle bakmak bence sapıklıktır.

Bir yazınızda Dersim’de yaşayanların kendilerini Kürt, Zaza, Ermeni yerine Alevi Kızılbaş olarak nitelendirdiklerini söylemiştiniz. İnanç kimlikleri daha mı ön plana çıkıyor? Bir de hiç Ermeni kimliğine rastlamadım demişsiniz açıkça. O kimliklerini mi daha fazla ifade etmeleri gerekiyor?

Doğru, inanç şimdi ön planda. Yüzyıllardır, Yavuz Sultan Selim’den bu yana eziyet görmeleri etkili tabii. Ermeni kimliği hususunda ise, vurgulamak istediğim, o kimlikler var aslında, ama onlar biraz yaşadıkları korkunç felaketten dolayı bu kimliği bir yerde saklı tutuyorlar. Yani etnik kimlik çok ön planda değil sanki, inanç orada herkesi birleştiriyor gibi. Etnik kimlik geriye çekilmiş, kastım bu, baskıyı inanca dair gördükleri için bu yönden kendilerini ifade ediyorlar ve bu bir cesaret sınavı onların açısından, Alevi olduklarını söylemek.

CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu Başbakan Erdoğan’ın Dersim özründen sonra parlamentoda da gerçekleşmesi gereken bir Dersim özrünün gerekliliğinden bahsetmişti. Bir Dersim kanunu da gündemdeydi, sizin bundan beklentiniz var mı?

Televizyon ekranında yapılan özrü doğru bulmuyorum. Sezgin Bey’in zamanlaması da, bunu bir televizyon programında yapması da, bu meselenin ağırlığına ve ciddiyetine uygun değil. Ya bu parlamentoda olmalı ve bütün figürlerin katıldığı bir şey olmalı ya da Cumhurbaşkanının öncülüğünde bir tören olmalı, demokratik bir devlette. Tabii şu an demokratik bir devlet değil, açık bir baskı rejimindeyiz. Dolayısıyla benimki şu an olmaz.

Dersim’le ilgili resmi özür olmalı, bir devlet özrü olmalı diyorsunuz. Başbakan kürsüden bir özür dileme söyleminde bulunduğu halde, hükümet bunu neden yapmadı sizce? Resmi özür olursa, ondan sonra yapılması gereken başka şeyler de var mı?

Dersimle ilgili o kadar çok tartışma oldu ve hiçbir adım atılamadı ki, Dersim’deki yaşayan yaklaşık 100.000 hacimli nüfus artık şöyle düşünüyor, bu mesele tartışılmasın, çünkü bizim yaralarımız kanıyor, hiçbir şey yapılmıyor. Bu nedenle, bu meselede de, ben, AKP’nin bundan sonra çok fazla at oynatamayacağını düşünüyorum. Yapılması gereken belli, özür dilenmeli ve sonra halka sorulmalı, ne yapalım, diye. Halk karar vermeli buna, tazminat mı ödenecek, halkın bir bölümü tazminat istemiyor ölüleri üzerinden, şehrin toplu katliam yerleri mi açılacak insanlara, sürgün listeleri mi açıklanacak. Belli başlı talepler belli, ama yine de halka sorulmalı, onlar ne istiyorlarsa, ona göre yasama faaliyeti yürütülmeli. Aksi halde bu ağızlarda sakız oluyor ve bir süre sonra hiçbir değeri kalmıyor bu tartışmanın.

Dersim’de resmi bir özür olmalı. Özür dilenmeli ve ne yapılacağı oranın halkına sorulmalı. Halk karar vermeli

Dersim’de yaşananları nasıl tanımlıyorsunuz, soykırım mı katliam mı?

Ben soykırımı hiç kullanmadım, insanlar inciniyor. Yani buna katliam dedim. Çünkü zor tartışmalar bunlar, çünkü soykırım siyasileşmiş bir diskur, Ermeni meselesinden dolayı. Katliam deniyor, zaten Dersim Katliamı olduğunu herkes kabul ediyor. Herkes aşağı yukarı bunu kabul ediyor. Kimseyi kırmadan incitmeden bu doğrultuda gitsek daha iyi olur gibime geliyor. Ben bitmeyen polemiklerden değil, çözümden yanayım.

Son olarak sizi Dersim milletvekili olduğunuzu söylüyorsunuz. Sizi Dersim milletvekili olarak mı yazacağız, Tunceli mi?

Dersim tabii ki.

Neden Dersim peki?

Çünkü Tunceli, halkın haberi olmadan verilen bir isim. Dersim milletvekili de çok doğru olmuyor aslında çünkü Dersim çok geniş bir bölge. Bingöl, Erzincan, Elazığ, Sivas’ın bir kısmı bunun içinde, ilçeler var vs. Dersim dediğinde de aslında geniş bir yer oluyor, kendimi abartmış oluyorum, bu nedenle doğru olmuyor. Ama ben yine de Dersim’i tercih ediyorum.

Son soru; Tunceli’de Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) ilk kez bir Belediye Başkanlığı kazanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dersim toplumu tarım toplumudur, ortakçıdır, elli yıl evvel en zengininin birkaç yüz koyunu vardı. Siyasette de bu böyledir. TKP, CHP, AKP ve Halkların Demokrasi Partisi’ne (HDP) oy veren sosyolojik olarak aynıdır. Halk komünisttir. TKP veya Kaypakkayacılar belediye de kazanabilir, milletvekili de çıkarabilir, eğer doğru isimler aday olursa. AKP çıkamıyor yıllardır işte. Orası Dersim’dir.

Bu uzun röportaj ve sohbet için çok teşekkür ederiz. Size başarılar ve kolaylıklar diliyoruz. 

Rica ederim. Ben teşekkür ederim. Çok iyi sorular vardı, bayağı teorik tartışma da yaptık. Çok sağlam sohbet oldu. Ben de size başarılar diliyorum.

-SON-

© 2015 Research Turkey. Tüm hakları saklıdır. Bu röportaj referans verilmeden basılamaz, çoğaltılamaz veya kopya edilemez.

Röportajı şu şekilde referans vererek kullanabilirsiniz:

Research Turkey (Mart, 2015), “Hüseyin Aygün ile Röportaj: Türkiye’nin Siyasi Dinamikleri: Geçmişin Mirası ve Bugünün Artan Zorlukları (Bölüm II): Türkiye’de Devletin ve Hükümetin Siyasi Dinamikleri, Sol Hareketlerdeki Dönüşümler ve Yaşanan Toplumsal Devinimler ve Kıyımlar”, Cilt IV, Sayı 3, s.33-52, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (Research Turkey), Londra: Research Turkey

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

spot_img

Share post:

Subscribe

Popular

More like this
Related

Türkiye’de Yükselen Finans Kapitalizminin Yorumu

Türkiye, gelişen piyasası ile en iyi pazarlardan birisi olarak...

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı Giriş Türkiye 1980’li yılların...

Uygarlıkların Sınırları: 21. Yüzyılda Türkiye ve Hindistan

Dünyanın iki çok kültürlü ulusu, Türkiye ve Hindistan, ilk...

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik Benzerlikler

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik...